Allahın Sevdiği Kulların Beğendiği Kimse

'Din ve İslam' forumunda selviler tarafından 6 Kas 2012 tarihinde açılan konu

  1. selviler

    selviler Member

    Her insanın ulvî, yüksek bir gâyesi olması lâzım; o da, hem Allahü teâlânın sevdiği, hem de kulların beğendiği bir kimse olma arzûsudur.

    Bir kimsenin bu hedefine ulaşması için neler yapması lâzım?

    Bildiğimiz gibi, asırlardan beri unutulmayıp herkesçe sevilen ve sayılan böyle âlim ve velî zâtlar çokça gelip geçmiştir. Peki, onlar nasıl bu mertebeye ulaştılar, ya’nî kısaca söylemek gerekirse nasıl evliyâ oldular? Bunların böyle sevilmelerinin sebepleri üzerinde duracak olursak, hedefi belki bizler de yakalayabiliriz. Şüphesiz ki hedefe varmanın en kısa yolu, o yoldan daha önce geçmiş ve hedefe varmış kimselerin tecrübelerinden faydalanmaktır. Bunları maddeler hâlinde ele alabiliriz.

    Hem Allahü teâlânın sevdiği, hem de kulların beğendiği kimse nasıl olunur?

    konusunda, hikmet ehli zâtların buyurduklarından bir hülâsa çıkaracak olursak, şunları ifâde edebiliriz:

    “SEVGİ ALLAH’TAN GELİR!..”

    1- O büyük zâtların ömürleri, herkese iyilik etmekle geçerdi: Kendilerini, âdetâ insanlara iyilik yapmak için adarlardı. Evlâda yapılan iyilik, ana-babaya yapılmış demektir. Allahü teâlâ da, kendi kullarına yapılan iyiliği sever. Allahü teâlânın sevdiği kişiyi de herkes sever. Sevgi Allah’tan gelir. Allahü teâlânın sevgisini kazanmak isteyen, sâlih kulların sevgisini kazanarak, insanların hayırlısı olmaya çalışmalıdır. “İnsanların hayırlısı [en iyisi], insanlara faydalı olandır” hadîs-i şerîfi de hayırlı insanın kim olduğunu bildirmektedir.

    2- Âlim ve velî zâtlar, doğruluktan hiç ayrılmazlardı: Onlar, hiç kimse için kötülük düşünmezlerdi. Hak neyse, onu söyler ve yaparlardı.

    “Müslümân, elinden ve dilinden Müslümânların [diğer bir rivâyette insanların] emîn oldukları kimsedir” hadîs-i şerîfine uygun yaşarlardı. Müslümân, her yönüyle doğru insan demektir. Îmânı doğru, ameli doğru, sözü doğru, özü doğru kimsedir. “...Sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseniz, doğruyu söyleyeceğim” hadîs-i şerîfine uygun yaşarlardı.

    3- Çok cömertlerdi: Hiçbir cimri, Allah dostu olamaz. “Cömertlik öyle bir haslettir ki, insanın kötü huylarını örter. Cimrilik de, insanın iyi huylarını örter” hadîs-i şerîfine uyarak, hep vermişlerdir. Verdiği zaman, alandan daha çok sevinen, hakîkî mü’mindir. Cömertlik, Cenâb-ı Hakk’ın çok sevdiği bir ahlâktır. Bu, her kula nasip olmaz. Cömert olan bir kâfire, son nefeste îmân nasip olma ihtimâli yüksektir.

    4- Kul haklarından çok korkarlardı: Kul hakkı, İslâm ahlâkının temelidir. Âhirette herkes, kul haklarından hesâba çekilecektir. Peygamber Efendimiz, Sırât köprüsünde sorulacak yedi suâlden sonuncusunun kul hakkı olduğunu, bundan Peygamberlerin bile korktuklarını bildirmiştir. [Diğer altı suâl, îmân, namaz, oruç, zekât, hac ve gusülden olacaktır.]
    Bir kimse, Peygamberlerin yaptıkları ibâdetleri yapsa; fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe Cennete giremez...

    Müslümân demek, hasreti çekilen insan demektir. Bir kimsenin hasreti çekilmiyorsa, son nefeste îmânı tehlikededir.

    Nitekim, “Eğer bir Müslümâna yaklaşmak zorsa, bu, onun felâketine sebep olabilir” hadîs-i şerîfi bu durumu açıklıyor.


    KALP KIRMANIN NETİCESİ!..

    5- Kalb kırmaktan çok korkarlardı: Kalb kırmak, yetmiş kere Ka’be’yi yıkmaktan daha büyük günâhtır. Kalp kırmakla küfür arasında çok ince bir perde vardır. Kalp kırmanın kapısı açılınca küfre girilebilir. Küfrün hemen yanında kalp kırmak vardır. Mü’min, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyen kimsedir. Mü’min, hep güler yüzlü, tatlı sözlü olur. Mü’minin ağzından kötü söz çıkmaz...

    6- Huyları çok yumuşaktı: “Allah yumuşaktır, yumuşaklığı sever” hadîs-i şerîfine uyarak, hep tatlılıkla, şefkatle muâmele ederlerdi.

    7- Hep güler yüzlüydüler: “Müslümân, tatlı dilli, güler yüzlü olur” hadîs-i şerîfine uygun hareket ederlerdi. Herkesin bir derdi vardır; onlara yeni bir dert katmayıp, o derdi yok etmeye çalışmalıdır. Bunun da bir ibâdet olduğunu bilen Müslümân, onları neş’elendirir, ferahlandırmaya uğraşır.

    8- Evliyâ zâtlarla anlaşmak kolaydı: Bir hadîs-i şerîfte, “Mü’min, başkalarıyla ülfet eder, kendisiyle de ülfet olunur; başkalarıyla ülfet etmeyen, kendisiyle de ülfet olunmayan kişide hayır yoktur” buyurulmuştur. Tabîî ki ülfetten kasdedilen, başkalarıyla anlaşması, uzlaşması, kendisiyle anlaşılabilmesi ve uzlaşılabilmesidir. Onlar, “İnsanlara, akılları derecesinde konuşun” hadîs-i şerîfine uyarak, kısa, açık ve herkesin seviyesine göre konuşurlardı. “İslamiyet nedir?” diye soran bir A’râbîye, Resûlullah Efendimiz, “Allahü teâlânın bütün emirlerine hürmet etmek, beğenmek ve Onun bütün mahlûklarına acımak, şefkat göstermektir” diye cevap vermiştir.

    EN BÜYÜK GÜNAH!..

    9- Kibirden çok korkarlardı: Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde, “Azamet ve kibriyâ benim hakkımdır, kim bana bunlarda ortak olursa, ona hiç acımam, yakarım” buyuruyor. O halde küfürden sonra en kötü ahlâk, en büyük günâh, kibirli olmaktır. İnsanın kalbinden kibri çıkarmak, iğneyle dağı toz hâline getirmekten daha zordur. Âile içerisinde, cemiyet içerisinde, her çektiğimiz sıkıntı kibirdendir...

    10- Âlim ve velî zâtlar tevâzu ehliydiler: “Allah için alçak gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfine uyarak tevâzu sâhibiydiler. Kendini yüksek gören kimse, yalnız kendisi kendisini yüksek bilir, herkes ondan nefret eder. Kibirliyi Allahü teâlâ sevmediği gibi, insanlar da sevmez.

    11- Çok sabrederlerdi: Öfkelenip, kalp kırmazlar, “Allahü teâlâ sabredenleri sever” ve “Sabreden, zafere kavuşur” hadîs-i şerîflerine uyarak, hep sabrederlerdi.

    12- Fitneden uzak dururlardı: Müslümân, “Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah la’net etsin” hadîs-i şerîfine uyarak, taşıdığı elbisenin, kendi elbisesi değil, İslâmiyet’in ve bağlı olduğu büyüklerin elbisesi olduğunu bilir. Buna bir şey dökülmesin, buna bir laf gelmesin diye titrer. Bilir ki, kendisi yüzünden bir Müslümân zarar görürse, bunun vebâli çoktur...

    13- Kendi hocalarının rızalarını kazanırlardı: Bütün büyükler, “Ümmeti arasında Peygamber neyse, talebesi arasında hoca da odur” hadîs-i şerîfine uyarlardı. Buyururlardı ki:
    “Bizim yaptığımız bunca hizmetin ecri, sâdece mübârek hocamızadır; çünkü hocamızı tanımasaydık, doğruyu bulamazdık. Bu hizmetler, sâdece onlar vasıtasıyla olmaktadır. Bize âit bir şey var dersek, felâkete uğrarız. Bu hizmetlerin zerresini kendimizden bilirsek, yanarız, mahvoluruz.”

    14- Emir vermekten sakınırlardı: İnsanları felâkete sürükleyecek olan huy, emir vermektir. İnsanların hücrelerinde emir vermek arzûsu vardır. Bu, can çıkmadan önce, en son çıkacak huydur. İnsanlar için en büyük felâket, emir verme sevgisidir. Bu sevgi olmayan, emir verebilir; ama bu arzû ve heves varsa, verilen her emir kul hakkına girer. Büyükler, “Bize çavuş değil, er lâzım” derlerdi. Er, emir vermez, peki der. Er olmak, kul olmak, en şerefli meziyet, en şerefli rütbedir. Zâten musallâda da “Er kişi niyetine” derler...
     

Bu Sayfayı Paylaş