İnsan, anlaşılması zor ve çok yönlü bir varlıktır. Bu mahiyetiyle o, bazen olmazları zorlar ve çok zaman da olurlara takılır kalır. Bir hâl, bir hâlini tutmaz ve serâ ile süreyya arasında gider gelir. Yunus Emre, bunu bir şiirinde şöyle ifade eder. Hak bir gönül verdi bana ha demeden hayran olur Bir dem gelir şadi olur bir dem gelir giryan olur Bir dem sanasın kış gibi sol zemherir olmuş gibi Bir dem beşaretten doğar hoş bağ ile bostan olur Bir dem gelir söyleyemez bir sözü şerh eyleyemez Bir dem dilinden dür döker dertlilere derman olur Bir dem çıkar arş üzere bir dem iner Tahte’s-sera Bir dem sanasın katredir bir dem taşar umman olur Bir dem cehalette kalır hiç nesneyi bilmez olur Bir dem dalar hikmetlere Calinus u Lokman olur Bir dem dev olur ya peri viraneler olur yeri Bir dem uçar Belkıs ile sultan-i ins u can olur Bir dem varır mescidlere yüz sürür anda yerlere Bir dem varır deyre girer İncil okur ruhban olur Bir d m gelir İsa gibi ölmüşleri diri kılar Bir dem girer kibr evine Fir’avn ile Haman olur Bir dem döner Cebrail’e rahmet açar her mahfile Bir dem gelir gümrah olur miskin Yunus hayran olur İnsandaki bu inişli çıkılı halin sebeplerinden biri de sahip olduğu “büyültme” ve “küçültme” kabiliyetidir. Bu kabiliyet insana esasen eşyaya anlayıp kavrayabilmesi için verilmiştir. Bununla o, dünyayı bir top gibi mülahaza edebilir.. Güneş sistemlerini samanyollarını hatta kâinatı, aynı şekilde zihninde küçültüp üzerinde düşünebilir. Öbür taraftan küçücük atomu da yine zihninde büyülterek bir güneş sistemi gibi ele alıp üzerinde fikir yürütebilir. Kâinatı anlayıp idrak edebilmesi için böyle bir halin insanda bulunması, Allah (c.c.)in büyük bir lutfudur. Fakat bu kabiliyetini Cenab-ı Hakk in zatını idrak için kullanmaya kalkışırsa haddini tecavüz etmiş sayılır Çünkü mahlûk Halik’ını tam manasıyla idrak edemez. Aslında: “Her terazi her sıkleti tartmaz.” “İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez. Zira bu terazi, bu kadar sıkleti çekmez” sözü bu gerçeği ifade etmektedir. Bu mevzuda: Allah’in nimet ve lütufları üzerinde tefekkür edin fakat Zat’ı tefekküre kalkışmayın. Çünkü siz ona takat getiremezsiniz” buyurulmuştur. Zaten bir insan kendisi gibi bir insanın hakikatını bile idrak edemezken Zat-ı Ezeli’yi Cebbarın keyfiyetini nereden idrak edecektir? “Gözler O’nu idrak edemez (kavrayamaz) O, gözleri hakkıyla görür.”(En’am suresi, 103). O, eşyayı yoktan ve modelsiz olarak yaratmıştır. O’nu sonradan yaratılmışlar nasıl kavrayacaktır? Onun için çok dikkatli olunması, haddin tecavüz edilmemesi gerekir. Mesnevi-i Nuriye’de insanın bu hali şöyle ifade ediliyor: “İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs’attedir ki, ihatası mümkün değildir; o kadar da dardır ki iğneye mahal olamaz. Evet, bazen zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir nokta’da hapsoluyor, bazen de âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı getirir, akıl odasına misafir eder, bazen de o kadar haddini tecavüz ederek, öyle bir yükseğe çıkar ki, vacib’ül-vucud’u görmeğe kalkışır. Bazende küçülür, zerreye benzer. Bazen de semavat kadar büyür.” Bu yüzden (Mesnevi-i Nuriye’de tesbit edildiği gibi): “Bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısı da dünyada boğulur. Bazıları da kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir âlemini açar. Fakat içinde boğulur. Sahil i vahdet ve tevhide zorla vasıl olur. Demek insanın seyr-i ruhani’sinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada insanlara huzur ve tevhid pek suhuletle nasip ve müyesser olur. Bir tabakasında da, gaflet ve evham öyle istila eder ki, kesret içinde gark olmakla tam manasıyla tevhidi unutmuş olur. Sükulu (düşmeyi) suud (yükselme), tedenniyi terakki, cehli mürekkeb-i yakın, uykunun son perdesini intibah (uyanma) zan ve tevehhüm eden bir kısım medeniler ikinci tabakadaki insanlardandır Onlar hakaik-i imaniyeyi derketmekle (anlayıp idrak etme hususunda) bedevilerin bedevileridir.” Eğer bu durum içtimaı hayattaki münasebetlere yansırsa, çok garip haller ortaya çıkar. Çünkü daire-i imkândan çıkıp daire-i vücuba müdahaleye çalışan insan, bazen de bir damla suda boğulup, bir zerrede yok olarak bir kılda kaybolduğu gibi, bazen Hz. Ebu Bekir gibi dünya namına herşeyi feda eder. Bazen de üzerinde çekişilecek değeri olmayan dünyanın hasis bir menfaati için günahlara girer, cinayetler işler, ebedi hayatını mahveder… Onun için bizi bizden daha iyi bilen Rabbilâlemin’in hakkımızda çizdiği sınırlardan taşmamamız ve aşmamamız gerekmektedir. (alıntı)