Hayat Sevince Güzel - Ömer Sevinçgül

'Yazılar, Denemeler.' forumunda zipper tarafından 22 Tem 2013 tarihinde açılan konu

  1. zipper

    zipper quae nocent docent

    Lise ikideydim. Hepi topu iki gömleğim vardı. Biri eskiydi, evde giyiyordum onu. Öteki yeni sayılırdı, onu da okula giderken giyiyordum.
    Yeni olanı “Almancı” akrabamız vermişti anama. “Bak, gıcır gıcır... Yepisyeni... Giysin çocuk” demişti.
    Bedenime göre bir hayli büyüktü ama olsun, yeniydi ya. Hem zaten ceketin altında pek belli olmuyordu büyüklüğü.
    Yazlık olmasına da aldırmamış, kış ortasında bile giymiştim. Yeşildi gömlek hem de “yeşilim!” diye haykıran cinsinden.
    İngilizce dersindeydik. Hocamız Şeref Bey, bir yaz tatilinde İngiltere'ye gitmişti. Her fırsatta İngilizleri anlatırdı bize. İngilizceyi öğrenememiştik ama İngilizlerin ne kadar centilmen olduklarını, nasıl giyindiklerini, nasıl yemek yediklerini su gibi ezberlemiştik.

    Derse ilk gelişinde önce kendini tanıtmış, sonra da “Dersimizi İngilizce olarak işleyeceğiz” demişti. Nasıl olacaktı bu? Anlattı...
    Ders boyunca hiç kimse Türkçe konuşmayacak, ne söylerse İngilizce söyleyecekti. Birbirimize “mister” ya da “miss” diye hitap edecektik.
    Çok zayıftı İngilizcemiz. Daha önce gerçek bir İngilizce hocamız olmamıştı çünkü.
    Yöntemini uygulamaya başladı. Hiçbir şey anlayamıyorduk. Bize kızıyor, veryansın ediyordu o zaman.
    Hakaretlerini anlayabiliyorduk, çünkü Türkçeydi. “Geri zekâlılar! Aptallar! Eblehler! Ahmaklar!” gibi kibar kelamların(!) İngilizcesini anlayamazdık ki.
    Sınıfta ona muhatap olabilen bir tek arkadaşımız vardı: Belgin. Subay kızıydı. Büyük şehirlerde okumuştu. Babasının tayini çıkınca o da düşmüştü aramıza. Dersi ikisi işlerdi, biz dinlerdik.
    Sonra hoca da sıkıldı bu durumdan, İngilizceyi Türkçe anlatmaya başladı ama şevki kırılmıştı galiba.
    Dersin başında bize bir konu yazdırıyor, “Çalışın!” ya da “Ezberleyin!” diyor, kendisi de ya pencereden dışarıyı seyrediyor ya da bizi gözetliyordu.
    Bir ara gözlerini dikti gözlerime, sol elinin orta parmağını ileri geri hareket ettirdi. “Beni yanına çağırıyor” diye çözdüm bu işareti.
    Gittim.
    Kulağıma eğildi, “Cırlak bir yeşil” dedi gömleğimi göstererek.
    Sustum.
    “Erkekler giymez bu rengi” dedi.
    Yine sustum.
    “Yürüyen türbe gibisin” dedi.
    Bir daha sustum.
    Güya fısıldıyordu ama ön sıradakilerin işitmemesi mümkün değildi sesini.
    Hiç görmemişim gibi bakıyorum gömleğime.
    Bir uğultu var kulaklarımda.
    Neredeyim ben?
    Yerime gitmeliyim...
    Bir sürü göz vardı üstümde...
    Sıram nerede benim?
    Giysin çocuk...
    Sahi, ben nasıl oturdum yerime?
    Uğulduyorum...
    Bak, gıcır gıcır...
    Uğultu dindi...
    Bu olaydan sonra uyku düzenim bozuldu. Konuşma devam ediyordu içimde. Şeref Bey’le konuşuyordum hayalen.
    Belki yüz kere yeniden kurguladım o sahneyi. Niçin bu gömleği giymek zorunda olduğumu anlatıyordum ona. “Okulda giyebileceğim tek gömlek bu” diyordum.
    Sonra bunu yeterli bulmuyor, “Hocam!” diyordum, “Benim bu gömleği isteyerek giydiğimi mi sanıyorsunuz? Hem size ne benim ne giydiğimden! Sizin işiniz İngilizce dersi vermek, benim kıyafetimi eleştirmek değil ki.”
    Onu utandırıyor, söylediklerine pişman ediyor, her defasında özür diletiyordum.
    Hem niye alay eder gibi söylemişti ki bunu. Sanki biraz da bıyık altından gülüyormuş gibi geliyordu bana.
    Her hayal edişimde yeni ayrıntılar katıyordum sahneye. Gözlerim dalıp dalıp gidiyordu, derslere veremiyordum kendimi.
    Nihayet hafta sonu geldi, köyüme gittim. Bu olayı da yanımda götürdüm elbet.
    Annem hemen fark etti hâlimi, sordu. “Yok bir şey!” dedim. Üstelemedi. İçinde asma kütükleri ve tezek yanan ocağın yanında oturuyorduk.
    Önünde bir tekne vardı, içine kirmanla eğirdiği yün ipleri koyuyor, el yapımı kökboyasıyla boyamaya çalışıyordu.
    Kilimcikler dokuyacaktı bu renkli iplerle.
    Yumuşak beyaz elli şehir kadını değildi annem. Pencere kenarında oturup tül perde gerisinden gelip geçenleri seyreden akça pakça kadınlara benzemezdi. Yanık yüzlü, gür sesli, güçlü kuvvetli bir kadındı. Sevgisi perdeliydi. Öz konuşurdu.
    Cıvıl cıvıl imiş bir zamanlar, ben görmedim. Yazın tarlada çalışırdı, kışın evde. Ağustos sıcaklarında ayağını dere suyuna sokmayı, bir de söğüt gölgesinde uyumayı severdi.
    En çok tereyağlı bulgur pilavı pişirir, yanına da bol biberli salatayı eş ederdi. Kışın da yün eğirir, ip boyar, kilim dokurdu. İşe dalınca türkü söylerdi bazen.
    Babam severmiş sesini.
    Siyah beyaz bir fotoğraftı babam, duvarda.
    Daha fazla tutamadım kendimi, “Ana!” dedim.
    Sesim patlaktı.
    Hayretle baktı yüzüme.
    Dilime geleni bir çırpıda söyleyiverdim. “Yeşil gömleği giymek istemiyorum ben!” dedim.
    Önce kavrayamadı ne demek istediğimi. “Ne yeşili, ne gömleği?” dedi biraz merak, biraz da kaygıyla.
    “Kaç yeşil gömleğim var ki benim!” dedim.
    Anladı o zaman. “Niye ki?” dedi.
    “Sevmedim rengini” dedim.
    “Ne varmış renginde?”
    Öfkem git gide kabarıyordu. Birden boşanıverdi gözyaşlarım.
    “Sevmiyorum işte!” dedim ıslak sesimle, “Ne sorup duruyorsun!”
    İçimde günlerdir biriken her ne idiyse gözlerimden fışkırıyordu şimdi.
    Ağlama demedi, gelip boynuma sarılmadı, yenisini alırız diyemedi. Gözünü tekneye dikip daldı anam.
    Neden sonra, “Boyarım ben de” dedi.
    Ciddi mi diye baktım yüzüne.
    “Çıkar gömleğini, bastırayım tekneye” dedi kesin bir sesle.
    “Olur mu?” dedim.
    “Olur ya” dedi.
    Yeşili çıkardım. Bastırdı tekneye.
    “Bu gece beklesin, sabaha kadar emer boyayı.”
    Sabah olunca çıkardı tekneden.
    “Rengine aldanma, ıslak” dedi.
    Temiz suda duruladı, astı ipe.
    “Kurusun bir” dedi, “rengini belli eder o zaman.”
    Öğleden sonra gidip baktım, kurumuştu. Düzgün dağılmamıştı boya ama olsun, rengi değişmişti işte. Kırmızımsı sarı bir rengi vardı şimdi.
    Ceketime uyar mı diye düşünmeyi bilmiyordum zaten. Okula o gömlekle gittim. Son yazılılara o gömlekle girdim. İngilizceden zayıf aldım.
    Bu rengin öbür adı ‘alizarin’ imiş, bunu da resimci fısıldadı kulağıma, sağ olsun o da ‘aydınlattı’ beni!






    ‘Mervin’ Beni Ararsan Bulursun



    Üzgün bir günümdeydim. Petra bir akrabasının doğum günü partisine gitmişti. Kuzeni miymiş ne. Baktım, babam salonda gazete okuyor. Yanına vardım, kendisine yakın bir yere oturdum. Sessizce seyretmeye başladım.
    Dışarıda şiddetli bir rüzgâr esiyordu. Evin hemen yanı başındaki bir dişbudak ağacının dalları pencere camına çarpıyor, ürkütücü sesler çıkartıyordu. Babam, arada bir o tarafa bakıyor, sonra gazetesini okumayı sürdürüyordu. Ben orada yokmuşum gibi davranıyordu.
    Bir ara gazeteden başını kaldırıp bana baktı. Bunu fırsat bildim, “Gazetede neler yazıyor baba?” diye sordum. Benim için haberlerin bir önemi yoktu aslında. Babamın ilgisini üzerime çekmek için sormuştum bu soruyu. Niyetimi anladı mı bilmem.
    “Adolf Hitler başbakan olmuş” dedi.
    “Başbakan ne iş yapar?”
    “Ülkemizi, bizi yönetecek... Hiç iyi olmadı bu.”
    “Neden?”
    “Hırçın, kavgacı, zorba bir adam... Bir karabasan gibi üzerimize çullanacaktır.”
    “Petra gibi desenize!”
    Birdenbire söylemiştim bu sözü, hiç düşünmeden, dilime nasıl geldiyse öyle.
    Babam çok ciddiye aldı bu benzetmemi, kızdı bana, “O nasıl söz öyle! Hem niye Petra diyorsun ona, anne demelisin!” diye azarladı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi gazetesini okumayı sürdürdü.
    “Baba, beni niye terk ettin?” demek geldi içimden. Demedim. Bir yararı olmayacaktı nasılsa. İyice anlamıştım, babamdan hayır yoktu bana, artık yapayalnızdım.
    Bunca zorluklara karşın beni teselli eden tek şey, artık bu dünyada olmayan annemin anısıydı. Onun sevgisi çok uzaklardan ışığını gönderen bir yıldız gibi ruhumu aydınlatıyordu. Ne zaman zorda kalsam annemi düşünüyor, rahatlıyordum.
    Evimizin arka bahçesinde bir çınar ağacı, onun altında da büyük bir masa vardı. Güzel havalarda kahvaltılarımızı orada yapardık. Kuş sesleri arasında güzel olurdu. Annem bize masallar okur, öyküler anlatır, şarkılar söylerdi. Masa yerli yerinde duruyordu ama annem yoktu şimdi.
    Kederli zamanlarımda oraya gidiyor, aynı yere oturuyor, gözlerimi kapatıp o anları yeniden yaşamaya çalışıyordum. Hayalen de olsa annemin tatlı sesini ilahi bir müzik gibi dinlemek sinirlerimi yatıştırıyor, ruhumda açılan yaralarımı iyileştiriyordu.
    Petra’yı da sevebilirdim annem kadar olmasa da. İstediklerini bana sarılarak, öperek, güzel sözler söyleyerek yaptırabilirdi. Fakat o böyle yapmadı, bunu denemedi bile. Sevginin gücünü bilmiyordu sanırım.
    İleriki yaşlarda üvey annemi çok düşündüm... Kötü bir kadın sayılmazdı aslında ama çocuk ruhundan anlamıyordu. Her şeyi biz adam olalım diye yapıyordu güya. Öyle sanıyorum ki, öz evladı olsa ona da aynısını yapardı. Ruhu ezmeyi disiplin sanıyordu çünkü.
    Babam olanların farkında mıydı ya da ne kadar farkındaydı, bilmiyordum. Şimdi de bilmiyorum. Ben büyüdükten sonra da hiçbir zaman açmadık bu konuyu. Bana olan sevgisinden emin olamıyordum o zamanlar. Ruhum ayazlardaydı, üşüyordum.




    Kalbinin Sesini Dinle

    Büyük çınar bir kıyıdaydı, küçük çınar öbür kıyıda. Aralarında bir ırmak akardı. Birbirlerine bir ırmak kadar yakın ama bir ırmak kadar da uzaktılar.
    Büyük çınar olgundu, ergindi, deneyimliydi, adı Zer'di. Küçük çınar ise, tazeydi, canlıydı, adı Sim'di. İkisini ayıran ırmağın ismini Firak koymuşlardı.
    Çevrede başka ağaç yoktu sanki. Onlar sadece birbirlerini görür, sever, özler ve isterlerdi.
    Baharda süslenir, yazda yapraklanır, güzün sararır, kışın soyunurlardı. Filizlenip yapraklanmaları kavuşma arzusundandı, sararıp solmaları ayrılık acısından. Kar, fırtına, ayaz oldu mu Zer, Sim için üzülür, Sim de Zer için kaygılanırdı.
    Tek dilekleri vardı: kavuşmak! Ayakları yoktu ki koşsunlar birbirlerine, kanatları yoktu ki uçsunlar. Hiç olmazsa birisi ırmağı geçebilseydi! Hayır, imkânsızdı bu.
    “Yan yana olsak!” derdi Zer.
    “Can cana yaşasak!” derdi Sim.
    Güneş etrafı aydınlatmaya başladı mı neşelenir, battı mı üzülürlerdi. Gerçi karanlık da engel olamıyordu onlara. Sabahlara kadar hayaller kuruyor, rüyalar görüyorlardı.
    Gece mehtaba bakarlardı ikisi de. Bu ortak görüntü birbirlerine bakıyorlarmış gibi bir his verirdi onlara. Semaya bakarken hayal kurmaları daha kolay oluyordu.
    “Parlayan ay!” derdi Zer.
    “İkimize pay!” diye tamamlardı Sim.
    Gerçi konuşmadan da anlaşırlardı ama zaman zaman da konuşurlardı. Rüzgâr sırdaşıydı onların. Fısıltılarını taşırdı. Kıyıdan kıyıya şiirler, iç çekişleri, özlem çığlıkları götürüp getirirdi.
    “Yanında olsam!” derdi Zer.
    “Yanımda olsan!” derdi Sim bir yankı gibi.
    Bir de kuşlar vardı. Hâlden anlayan kuşlar... Gelirler, dallarında yuva kurar, kollarında uyur, anne olur, baba olurlardı. Derinden derine ah eden ağaçların postacılarıydı kuşlar.
    Mektuplaşırlardı bazen, birbirlerine yapraklar gönderirlerdi. Rüzgâr özel bir ulak gibi çalışırdı o zaman. Zer'in yaprakları Sim'e uçar, Sim'in sayfaları Zer'e konardı.
    Bazen müzikti taşınan, bazen şiir. Sevgi, özlem, ayrılık sözleri söylerlerdi birbirlerine. Bir sırları vardı aralarında. Adını söylemiyor ama en yoğun biçimiyle paylaşıyorlardı.
    “Sendeyim!” derdi biri.
    “Bendesin!” derdi diğeri.
    Söz ve anlam gibiydiler. Görünürde ayrıydılar belki ama hakikatte birdiler. Buna inanırlardı ama yine de kavuşma arzusuyla yanmaktan alamazlardı kendilerini.
    “Sen büyüksün, ben küçüğüm” derdi Sim, incecik sesiyle. “Sen baharsın, ben yazım” derdi Zer. Sonra ikisi birden haykırırlardı:
    “Ben yok, sen yok, biz varız!
    Birbirimizi tamamlarız!”
    Evet, yan yana değillerdi ama onlar kavuşma sevincini başka türlü yaşarlardı. Sonbahar geldi mi ikisinin de yaprakları dökülürdü yere. Rüzgârla karşı kıyılara uçuşan yapraklar birbirine karışırdı o zaman.
    Özlemle sararan yapraklardı bunlar. Kendileri kavuşamasa da parçaları kavuşmuş olurdu böylece. Esintilerin tesiriyle yaprak yaprağa oynaşırlardı.
    Bir kavuşma yöntemleri daha vardı: Gölgeleri, yaprakları, şiirleri, özlemleri, sevgileri suya dökülürdü. Irmak vuslat yuvaları olurdu. Su aynasında beraber görünür, sevinirlerdi.
    ...
    Buna da razıydılar ama bu hâl uzun sürmedi. Ormana bir oduncu geldi. Korkuyla titrediler. Eli baltalı adam, hangisini kessem acaba diye bakınmaya başladı. Bir celladın gözleriydi gözleri.
    Hem Zer hem de Sim celladı kendilerine çağırıyorlardı. “Bana gel, beni kes! Bak, ben çok yaşadım!” diyordu Zer. “Ben tazeyim, beni kes, zorluk çıkarmam sana!” diye haykırıyordu Sim.
    Oduncu ince ve kolay olana yöneldi. Henüz hayatının baharını yaşayan Sim'i kesti, devirdi. Taşısın diye attı ırmağa. Zer'in göklerde yankılanan feryadını işitmedi bile.
    Zer, “Beni de, beni de kes!” dediyse de duyuramadı sesini. Giden sevgilinin ardından acıyla inledi.
    Rüzgâra yalvardı o zaman. “Lütfen es!” dedi. “Hiç esmediğin bir güçle es! Fırtına ol!”
    “Niçin?” diye sordu rüzgâr.
    “Beni suya devir! Bak, o gidiyor!”
    Durumu kavradı rüzgâr. Görülmedik bir hızla, şiddetle ve tutkuyla esti, esti, esti. Fırtına oldu.
    Zer'in yıllanmış gövdesi dayanamadı bu fırtınaya, suya devrildi. Sim'in ardı sıra akmaya başladı. “Elbet bir yerde buluşuruz” diyordu. “Nasılsa aynı yöne gidiyoruz.”
    Öyle de oldu... Yüze yüze bir kereste fabrikasının önüne vardılar. Adamlar geldi yanlarına, ikisini de ırmaktan çıkardılar. Kestiler, biçtiler, tahta hâline getirdiler, depoya götürdüler.
    Depocu üst üste koydu parçalarını. Aylarca kurudular orada, hayatlarından eser kalmadı. Duyguları ise dipdiriydi. Gece oldu mu fısıldaşıyorlardı aralarında.
    Tek duaları vardı: asla ayrılmamak!
    ...
    Rahmetin tecellisi gecikmedi... Bir mobilyacı aldı tahtalarını, atölyesine götürdü. Güzel bir çalışma masası yaptı. Satmak için vitrine koydu.
    Masanın içinde fısıldaşıyorlardı şimdi. “Bir olduk artık” diyorlardı.
    “Bu masaya bir isim gerek” dedi Sim.
    Geceler boyu düşündüler.
    “Simüzer” olsun dedi Zer.
    İki isim teke inecekti böylece.
    “Olsun” dedi Sim.
    Vitrindeydiler... Bir erkek ve bir kız gördüler caddede. Hızlı yürüyorlardı, aceleleri vardı sanki. Birlikteydiler ama ayrı gibiydiler. Onların da aralarında bir ırmak mı vardı yoksa?
    Gönül gönüleydiler ama el ele değillerdi. Bir sırları vardı sanki. Söylenmemiş sözler gibiydi erkek. Yazılmamış şiirlere benziyordu kız. “Bize benziyorlar” diye fısıldadı Sim.
    Aylar birbiri ardınca geçti gitti. Vitrindeydiler yine. Masanın üstünde bir gölge hissettiler, bir erkek gölgesi. O adamdı. Yanında “yazılmamış şiir” yoktu şimdi. Nerelerdeydi acaba?
    Adamın gözlerinde hüzün vardı. Yüzü gülerken eşlik etmiyordu gözleri. Tebessümünü yitirmişti adam. Onu arar gibi ısrarla masaya bakıyordu. İçeriye girdi, pazarlık etti, masayı aldı, odasına götürdü.
    Şiirler yazacaktı üstünde. Yazıyordu da... Sim ve Zer bu durumdan memnundular. Hayatsız bir yaşantıları vardı işte. Kupkuru bir hayattı bu. Olsun, şiir yazıyordu ya adam, az şey miydi?
    “Ona yardım edelim” dedi Sim.
    “Ne yapalım?” diye sordu Zer.
    “Ona bizi anlatalım. İşitsin de öğrensin sevgimizi. Belki bizim de destanımızı yazar.”
    Gece konuşacaklardı. Hep gece konuşurdu onlar. Geceyi beklerse işitebilirdi adam. Konuştular da. Şair gecelerde hiç mahrum kalmadı ilhamdan yana.
    ...
    Birlikteydiler, mutlu olmaları gerekirdi ama değillerdi işte. Bir sızı vardı gönüllerinde, ince bir sızı. Yaşanmamış hayatlardan kalan bir boşluk gibiydi. Kötü evliliklere benzemişti bu beraberlik.
    Böyle olmamalıydı...
    Zer derin bir ah etti. Kendi kendine konuşur gibi “Nehrimizin kıyısında yan yana olsaydık!” dedi.
    “Can cana yaşasaydık!” diye inledi Sim.
    Acı dolu sustular.
    Dallarını, yapraklarını, kuş cıvıltılarını, yağmur şıpırtılarını, ırmak türkülerini, rüzgâr uğultularını hatırladılar. İç geçirdiler... Artık ne baharlar vardı ne de yazlar.
    Şimdi kupkuruydular. Gözyaşı bile dökemeden uzun zaman ağladılar. Fısıldaşmaları dileklere dönüştü. Her gece bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlardı.
    Geriye dönüş imkânsızdı, anlamışlardı ama ileriye gidiş mümkündü, bunu fark ettiler. Yalnız hatıralar yoktu ki, ümitlerle hayaller de vardı.
    “Cennette olsak...” dedi Sim.
    “Yan yana yaşasak...” dedi Zer.
    “Önümüzden bir ırmak aksa...”
    “Irmak bizi ayırmasa...”
    “Dallarımıza kuşlar konsa...”
     

Bu Sayfayı Paylaş