Katillerin kâbusu Kazak kahraman Osman Batur

'Din ve İslam' forumunda sha. tarafından 7 Ağu 2009 tarihinde açılan konu

  1. sha.

    sha. ..daha çirkin, daha huysuz

    Kazak kahramanı Osman Batur 2 metreye yaklaşan boyuyla dağ gibi bir adamdır, saçı sakalı simsiyah! Konuşmaz, nutuk atmaz, duyguları sessizce yüreğine akar.
    [​IMG]

    Osman Batur ve arkadaşları mesut günlerinde Tokuztarav yaylasında...


    Yıl: 1890... Yer: Altaylar..
    İslam Bey adı üzerine beydir. Emri altında yaklaşık 100 çadır vardır. Koyunlar, sığırlar, atlar... Seyisler, yamaklar, çobanlar...
    Ne zaman ki Köktogay’da havalar ısınır, yukarılara vururlar.
    Zorlu bir yolculuktan sonra Tokuztarav’da (9 dişli tarak) da “üy” kurarlar.
    Bu yaylanın zemini zümrüt yeşilidir. Suyu kardan soğuktur, havası çiçek kokar. İki saat yatan uykuya doyar. Yaprak hışırtısı, su şıkırtısı, melemeler, kişnemeler, çıngıraklar...
    Zaman zaman ava çıkar, uçana kaçana “kartal” salarlar...
    Bu evcil kartallar değil tavşana, çakala bile dalar, lahzada gözlerini oyar.
    Hasılı keyifleri yerindedir, hele Ayça Hatun’un çadırından bir bebek çığlığı kopunca neşeleri artar.
    İslam Beyin babası âlim bir zattır (aksakal) gelip uzun uzun okur.
    “Adını Osman koydum” der, “Osman-ı Zinnureyn gibi abid ve cömert olur inşallah!”
    İslam oğlu Osman iştahlı bir çocuktur kase kase süt içer, dişlerinin çıktığı gün et kemirmeye başlar. Gürbüzdür kalıplıdır, bileklerinde nasıl acı kuvvet, akranlarını zorlanmadan yıkar.
    Daha el kadar tıfıl iken koyunların sırtına yapışır, merkeplerin üstüne atlar.
    Ata da pek yakışır. Hani ak bulutlar mor dağlara nasıl yakışıyorsa...
    Vakti gelince o da cüz kesesini boynuna asar, büyük bir hevesle “okuv”a koşar.
    Dersler Elif Ba’dan başlar, sonra tecvid, emsile, bina... Artık kim ne kadar okursa...
    İslam tarihi, fıkh, hadis, kelâm... Bunlar zaten kesintisiz sürer, çadır sohbetleri açıktır meraklısına...

    BAŞBUĞ SAĞDA
    Günlerden birinde ünlü Kazak komutanı Böke Batur’un yolu düşer obalarına... Ardında iki manga kurt bakışlı civan!
    Başbuğun sırtında çapan, başında erik kurusu tumak (bir nevi kulaklıklı kalpak) vardır yanlarında baykuş tüyleri uçuşmakta...
    Sözde çay içecek kadar oturacaktır ama derhal koyunlar kesilir, ayranlar çalkalanır, tepsi tepsi pilavlar...
    Bizim Osman, Böke Batur’un atını yemleyip sulamak üzere teslim alır, ancak tepesine çıkıverir bir anda. Halbuki bu siyah aygır adam seçer, değme yiğitleri yaklaştırmaz yanına... Böke Batur onun zorlu bir cengaver olacağını anlar, babasına “Osman‘ı bana ver” der, “yetişsin yanımda!”
    Hay hay...
    Ki 12’sindedir daha...
    O yıllarda Çinlilerle savaşmaktadırlar. Düşman kum gibi kalabalık gelir, bu yüzden Kazakların kızı kızanı dövüşür, bebelerin de dedelerin de eli silah tutar.
    Osman, Böke Batur’dan çok şey öğrenir, rüzgarın dilinden, göğün renginden mana çıkarmaya başlar. Düşmana tilki gibi sessizce yaklaşır, karda dolaşsa iz bırakmaz. At üzerinde 20 saat geçirecek kadar mukavimdir, 500 km ötelere haber taşır icabında...
    Böke Batur herkese anlatmadıklarını onunla paylaşır, düzenli orduların zaaflarını fısıldar. Pusu atmak, vur kaç, sindirme, yıldırma...
    Şimdi gerilla taktikleri deniyor bunlara...
    Çinliler Böke Batur’u defalarca ele geçirirlerse de o her seferinde kaçmayı başarır. Kurtulmasından ziyade yakalanması düşündürücüdür. Komutanın canı hep boşboğazlar yüzünden yanar. Bu yüzden olacak Osman ketum olur, kerpetenle çekseniz ağzından kelime çıkmaz.
    Gün gelir Böke Batur elini delikanlının omzuna koyar “senin bana ihtiyacın kalmadı evlad” der, “fakat şu milletin ihtiyacı var sana! Haydi şimdi var git avuluna!”

    İNNA LİLLAH...

    Osman baba ocağına varmıştır ki acı haber ulaşır. Çinlilerle “meydan savaşına” giren Böke Batur (böyle bir şeyi yapmazdı ama) yenilmiş, Türkiye’ye kaçarken yakalanmıştır sınırda. Efsane mücahidi Urumçi’ye götürür, başını vururlar. Naaşını ibret-i alem için şehir kapısına asarlar.
    Evet havali kendini bildi bileli Çin tehdidi altındadır ama yetmez gibi bir de Ruslar musallat olurlar.
    Çar için vergi ister, çar adına asker toplarlar...
    Çar aşağı, Çar yukarı..
    Hay çar kadar başınıza!
    Genellikle sarhoş gezer, hırsızlık uğursuzluk yaparlar, iş yağmayla bitse neyse, ırz namus tanımazlar.
    Gecenin bir vakti kapınız tekmelenerek kırılabilir, akça pakça kızlar korkularından yüzlerine is çalar, göze şirin görünmemek için çamura tezeğe bulanırlar.
    Hasılı yaylalar matem yerine döner, ozanlar sadece ağıt yakar.
    Kazaklar Çar güçlerini püskürtür ama 1917 ihtilalinden sonra işin çivisi çıkar. Bolşevikler sırnaşıktır, din, iman, milliyet, mülkiyet tanımaz halkı dipçik zoruyla madenlerde çalıştırırlar.
    İşin garip yanı yerli komünistler de düşmanla birlik olurlar. Orak çekiçli madalyaya tamah eder, eşi dostu satarlar... Hele Stalin devrinde baskılar pek artar, felaket bunalırlar.

    [​IMG]

    Çinlilerin eline geçen Osman Batur Urumçi sokaklarında dolaştırılıyor.

    SİLAH NAMUS
    Yapılacak çok şey yoktur, alel acele göç düzer, Doğu Türkistan’a akarlar. Düşünebiliyor musunuz kızıllara bulaşmaktansa Çin’e yaklaşmayı yeğ tutarlar. Bazı küçük gruplar ise Tibet üzerinden Keşmir’e geçer, Hindistan yoluyla Anadolu’ya ulaşırlar.
    Bu arada Osman evlenmiş barklanmıştır, baba olunca ihtiyatı artar. Gerekli olmadıkça elini kabzaya atmaz, zira hadiselerin nereye varacağı ve nerede duracağı hiiiç belli olmaz. Öfke ile kalkılan işlerin bedeli ağır olur, fatura kadınlara çocuklara çıkar...
    Küfür bir millettir. Rus’un Çinliden farkı yoktur aslında... Ancak ikisini birden karşılarına almaz, birine olsun yakın durur, silah sızdırmaya bakarlar.
    Derken ortalığa Mançuryalılar doluşur, bunlar resmen haydutturlar. Ufacık altın diş için boğazınızı keser, güpegündüz çene koparırlar.
    İslamoğlu Osman’ın liderlik gibi bir iddiası yoktur, kendi halinde tıkırdar. Ama ne zamanki mescidlerdeki Kur’an-ı Kerimleri yırtarlar dayanamaz.
    Aynı günlerde (1941) yayınlanan bir emir hepten kimyasını bozar. Neymiş efendim, silahlar teslim olunacakmış!
    Tiz!.. Derhal!.. Şu vakte kadar!...

    TEK BAŞINA!
    Maksatları bellidir, silahını ver ki rahat rahat sataşsınlar.
    İslamoğlu Osman uzun uzun düşünür. Mal mülk hepsi yalan. Esir olduktan sonra güğümlerinden süt, ambarlarından tahıl taşsa neye yarar?
    “Gök girsin, kızıl çıksın” der, “eğer küffar gibi yaşayacaksam.”
    Tüfeğini omzuna asar, fişekleri göğsüne sarar. Halleşir, helalleşir, vurur dağlara!
    Altaylardan bahsediyoruz, sert bir iklimden, sarp bir coğrafyadan.
    Ve kalleş bir düşmandan...
    Nelerle karşılaşacağını iyi bilir, artık rahat döşek, sıcak yemek, huzurlu uyku hayaldir ona... Dondurucu gecelerde dakikalar yıl olur, bekle ki sabah ışıya...
    Osman tek başına çıktığı mücadelede yalnız kalmaz. Hemen o gün büyük oğlu Serdiman ile ahretliği Süleyman gelir, katılırlar. Bir iken üç olurlar.
    Kısa bir süre sonra Zelebay Telci, Nurgocay Batur, Ahid Hacı, Kâseyin Batır, Canım Han, Musa Mergen, Sulibay, Ökürbay , Nogaybay, Halil Teyci, Karakul Zalin gibi mücahitler etrafında toplanırlar.
    Artık “Batur”dur o, emrini ikiletmemeye çalışır, sömürgecilerin çanlarına ot tıkarlar.
    Ruslar hayli zayiat verdikten sonra defolup giderler, zira 2. Cihan Harbinde Almanlarla tokuşunca paçaları sıkışır, dertlerine yanarlar.
    Ancak Çinlileri söküp atmak kolay olmaz. Gün gelir Osman Batur 50 bin kişilik orduya hükmeder, adım adım ilerler, hedefine 2 yıl sonra ulaşabilir ancak.
    İşte böylesi bir Temmuz günü (22 Temmuz 1943) Aksakallar Bulgun’da toplanır ve cümleten Osman Batur’a tabi olurlar.
    O Altay Kazaklarının Han’ıdır artık, bilahare Geçici Halk Cumhuriyeti Başkanlığına seçilir ve 1947 Şubatına kadar Doğu Türkistan Hükümeti’nin askerî ve mülkî âmiri olarak vazife yapar.

    DUY DA İNANMA!
    Çin, Doğu Türkistan’ı rahat bırakmaz, 1945 yılından itibaren var gücü ile saldırır, tank, top, tayyare... Biyolojik harp, zehirli gaz, pislik adına ne biliyorlarsa...
    Osman Batur Ruslardan aldığı silahlarla direnişi yayar, beklenenin hilafına tesiri artar.
    Gelgelelim Çin de Komünist olunca denge politikalarının mânâsı kalmaz. Moskovanın kızılı ile Pekinin kızılı birleşir, ortak operasyonlara imza atarlar.
    Düşünebiliyor musunuz Mao’nun militanları Urumçi’ye Rus nakliye uçaklarıyla taşınırlar. Daha da kötüsü Kazak, Kırgız ve Uygur Komünistleri destek verir onlara.
    Megafonlarla teslim ol çağrıları yapar, isim isim hitap eder, “yakınların elimizde” diye çığırırlar. Bir inanma, iki inanma... İyi de nereye kadar? İnsan gerilmeye başlar.
    Yetmez gibi tertipledikleri heyetler köy köy dolanır, ilerici güçlerin, mürtecileri nasıl bozduğunu anlatırlar. Bir sürü mavra...
    Gözünüze bakarak yalan söyler, vaatlerinde durmazlar. Yakılan avullar, zehirlenen kuyular...
    Çaresizlik ne zor, tuttuğunuz elinizde kalır, zemin altınızdan kayar.
    Osman Batur kan kaybetmektedir, 1950 yılında etrafında (çoğu kadın ve çocuk) dört bin kişi vardır ancak.
    Bir kısmı da Gobi çölüne dalar, iyice dağılırlar.

    ATI YUVARLANINCA
    Çekile çekile Han Ambal dağlarına sığınırlarsa da çember daralır, Gezgöl bölgesinde sıkışırlar.
    Kayıp vere vere ölüme alışır, ağlamayı unuturlar.
    Erkek kardeşi Delihan İslâmoğlu’nun şehadet haberini yeni almıştır ki ailesinin esir düştüğünü duyar. Kızı Kabiyra (18), oğlu Baybolla (14) hanımı Mamey Hatunun gözleri önünde doğranmış, küçük oğlu Kariy (11) ile şirin kızı Sapiyan (9) diri diri kuyuya atılmıştır. Yavrularının çığlıkları karşısında çıldıran Mamey yüzünü gözünü paralar. Zavallı kadını kolundan tuttukları gibi nehre savururlar.
    Osman Batur ve adamları mükemmel savaşçılardır. Ele geçirilmeleri zordur ama... Yanlarında hayvanlar, kadınlar ve çocuklar olmasa...
    Nitekim zamanında çekilemeyip mevzisinde kalan kerimesi Azapay’ı (17) kurtarmak için kendini tehlikeye atar. Kızını atının terkisine almayı başarırsa da hayvan tökezler, düşer kalırlar. Bir süre atı siper ederek çarpışır, yaklaşanın alnına alnına çakarlar. Komünistler Osman Batur’u diri yakalamak ister, yaklaşık 200 kayıp verirler bu uğurda...
    Ve beklenen son... Mermiler biter, namlular susar.

    MAKAMI ÂLÂ OLA!
    Çinliler pek neşelenir, sarı suratlarına renk gelir, kısık gözleri boncuklaşır adeta... Mücahidimizin boynuna tabelalar asar, ite kaka Urumçi sokaklarında dolandırırlar. Efsane lider o halinde bile özgürlük mesajları haykırır. Bakarlar olacak gibi değil, ağzına tıkaç sokarlar.
    29 Nisan 1951... Celladlar keyifle işbaşı yapar. Önce kulaklarını keser, sonra parmaklarını koparırlar. Kolunu bacağını yarar, damarları boşalasıya kanını akıtırlar.
    Tek kelime alamayacaklarını anlayınca, kuytuya çeker ve kurşun yağdırırlar.
    Ölüm eninde sonunda gelecek. Arzusu şehadet olana düğün bayram...
    Kazaklar o gün civardaki ormanları ateşe verir, işgalcilerin yüreklerine korku salarlar.
    Osman Batur’un oğulları Şerdiman, Nimetullah ve Nebî bir süre daha direnirler ama...
    Sonrasını biliyorsunuz. Lüzum var mı anlatmaya?

    İngiliz Yazar Godfrey Lias: Eğer Osman Batur uçak ve motor çağından önce yaşasaydı, Türkistan hür olabilirdi şu an...

    Tıkın tabutluğa!..
    Eğer 1944 yılında yaşıyor olsaydık, böylesi bir yazı yüzünden muhtemelen yargılanır, “Türkçülük ve turancılıkla” yaftalanırdınız.
    Büyük bir cürümdü bu... İktidardaki CHP şürekası “yoldaşların” emrindeydi, “soydaşların” derdiyle dertlenenleri affedemezdi asla...
    Ağzınızdan “Orta Asya, anayurt” gibi bir kelime çıktı mı bitti. Derhal takibat açılırdı hakkınızda...
    Mahkemeye çıkıncaya kadar, canınız çıkarılır, yaka paça tıkılırdınız Sirkeci Sansaryan Han’daki tabutluklara...
    Bir beton hücre düşünün ama sadece tabut ebadında... Sağ omzunuzda, sol omzunuzda ve sırtınızda ıslak beton, paslı bir kapı tam burnunuzda.
    Metal kelepçelerle tavana asılmışsınız ve her biri 500 wattlık üç ampul tepenizde yanmakta..
    Bir süre sonra göremez, düşünemez olursunuz, üç gün içinde kıvama gelir, imza atarsınız her önünüze konulana...
    Düşünebiliyor musunuz Zeki Velidi Togan gibi bir ilim adamını bile burada ağırlar, Türkçülerle mek-tuplaştığı bahanesi ile Subay Alpaslan Türkeş’i tabutluğa tıkarlar.
    Tıp fakültesi talebelerinden Mehmet Külahlıoğlu’nun ciğerleri elden çıkar, Reha Oğuz Türkkan ise bir gözünü tamamen kaybeder, diğerini yarı yarıya...
    Bizim kültürümüzde işkence diye bir şey yok, tabutluk o güne kadar duyulmamış, uygulanmamış daha...Çok merak ediyorum, Milli şefimizin savcıları, işkence konusunda engin birikimiyle tanınan Çin’den “teknik yardım” aldılar mı acaba?

    İrfan Özfatura (Türkiye gazetesi)​
     

Bu Sayfayı Paylaş