Pontos Krallığı

'Tarih' forumunda Uygu tarafından 7 Eki 2012 tarihinde açılan konu

  1. Uygu

    Uygu New Member


    Roma’ya Direniş

    Roma’nın etkin koruması altına giren Pergamın kralı II. Eumenes, hem Galatia’ya hem de Bithinia’ya boyun eğdirmeyi başarmış, giderek Armenia’yla bile barış içinde yaşama konusunda anlaşmaya varmıştı. Ancak yerli ülkelerin en güçlüsü olan, hızla genişleyen, toprakları şimdi Kızılırmak’ın ağzından Trabzon dek bütün kuzey kıyılarını ve ardında ki dağlık bölgeyi içine alan pontos’a yayamamıştı etki alanını ilk başta yetkisini m.ö. 5.yy’da Perslerden devralmış krallığın yönete geldiği bu küçük devlet ancak koşullar başka seçenek bırakamadığından zaman zaman Romanın kehlem birleşiği olmuş ama uzağında sahnenin gerisinde yola gelmez rahatsız edici bir öge olarak kalmıştı.

    M.Ö yy’lında bir Pontos kralı doğrudan romanlılara kafa tuttu ve onların küçük asyadaki varlığına karşı bütün ülkeyi ayaklandırdı. Romanlıları az kalsın ülkeden atıyordu.böylesine hızlı bir gelişim için maddi olanakları üreten ülkeyi yakından görmek gerekiyor.

    Kızılırmak’ın samsunun batısından denize kavuşan aşağı kısmı çok büyük bir orağının sapına benzer orağın Hilal biçimindeki Hititlerin Anadolu platosunda ki eski ana yurlularını çevirecek şekilde yukarıya uzanır. Nehrin boğazında doğuya doğru Karadeniz kıyısıyla ona bitişik iç kısımda 300 km’denm uzun bir belgeye pontos kralları yönetiyordu. Bu bölgenin jeolojik oluşumu sıra dağların platonun ortasından başlayarak bi elin parmakları gibi yayıldığı batı Türkiye'nin jeolojik oluşumuna taban tabana zıttır. Çünkü burada koca bir dağ sırası arada 50 km den çok uzaklık bırakmaksızın kıyıya koşup gider. Onun yankısına benzer daha küçük sıra dağlarda aynı biçimde dalga dalga iç kısımlarda alçalarak sürer. Aradaki vadilerden akan nehirler. Bu yönlendirmeye uymuştur. Onlar da kıyıya koşut akarken ana dağ sırasında kaçacak büyük bir yarık bulunca suları birlweştirip denize akarlar.

    Pontos’un iç kısımlarını Türkiye'nin b,ir çok yaylasından farkı yoktur. Bu nedenle içi kısımlarım dağların denize bakan yanındaki toprakların iklimi ve karakteriyle olan karşıtlığı çok çarpıcıdır. Suların dağıldığı yüksek araziyi geçtiniz mi birden aşağı inilir. Yaz sonu bile olsa orman bittiklerinin ve çiçeklerinin dünyasına girili verilir. Yükseklerde çam kozaları arasında at bitkileri vardır. Son baharda da leylak renkli zehirli çiğdemler bilinen türünden iki kat uzun ve iki kat daha büyüktür. Bundan alçakta komlar ve azaylalar gelir. Vadilerde bulunanların yeni yapraklar döken bu olağan üstü bollukta ağaç ve çalılar alır. Bu dar vadileri lynch şöyle betimleniyor.

    …bitki örtüsü giderek bollaşır ve değişik sonra sahne neredeyse tıpkı kolkhis üzerine anlatılan söylencelerdeki tekilsiz doğa üstü görünümünü bürünür kızıl ağaç ıhlamur ceviz ve karağaç kayın ağacı ve kestane dallarından yapraklarından güllük güneşlikken bile gün ışığı neredeyse geçmez…bu dünyada değilmiş gibi ışık saçan gümüş dikenden fes rengi,i dipli mantar çıkar boz-yeşil dikenleri uzan şeritleri dallar üzerinde kayıp gider bunlardan bol miktarda sürüngen bitki sarkıp çelenk yapmıştır. Şurada burada sık ağaçlar geniş bir çayıra açılır…

    Benzer karşıtlığı insan coğrafya açısından aynı dağ sırasını devamı tahranın üstündeki suların dağıldığı yüksek Elbruz’u geçerken anımsıyor Hazal kıyılarına inen subtropikal ormanlarda vaşakla hatta yakın zamanlara değin kaplanlar çok şaşırtıcı olmazdı

    Dağlarla Karadeniz arasında nüfusun yoğun olduğu toprak şeriti çok verimlidir. Bugün fındık bahçeleri her türlü ekim alanından önce geliyor. Bu bahçelerde üretilen fındık Avrupa pazarının ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Romanlılar zamanında başka ürünlerde örnğin bal ve bal mumu güzel kokulu sakızlar ile harbak ve pelin otu gibi çeşitli ecza bitkilerinde dış satımı değer görülürdü ancak kıyı köylerinde en büyük gelir balık üretiminde sağlanırdı. Orkinos yumurtalarını bıraktıktan sonra İtalya gibi uzak yerlerde bunlar çok pahalıya g,derlerdi.

    Yunan koloni yerleşmelerin varlığı kıyı ekonomisi hatta kültürünü hellenistic döneme değin derinden etkilemişti. Ancak bu yerleşmelerin içlerde etkisi az olmuştur. Dalar arasında dünyayla ilişki kopuk olan pontosun iç kısımları değişmeyerek doğulu kaldı batı artık çağ dışı görülmekte olan feodal toplumsal ve ekonomik yapı burada özellikleri koruyordu. En önemli merkezler kral ailesinin oturduğu kalenin çevresinde serpilmiş olan Amasya ili komomadaki büyük ana tanrıca ma’nın tapınağıydı

    Amasya bugün çarpıcı konumuyla hala geleneksel başkent olarak görkeminin ve büyüklüğünün bir kısmını korumaktadır. Kent irisin(Yeşilırmak) her iki yakasının nehrin dağlar arasında derin bir boğazda geçtiği yerdedir. Sol yakada kentin üstünde bir orta çağ kalesinin taşlandığı 300 m yüksekliğinde tek başına gibi duran bir kayalık vardır. Bu kayalığın altında bir çıkıntı yapan bir omuzun üzerinde pontos krallık sarayı ile kayalara ve zor çıkılan sekilere oyulmuş merdivenlerle varılabilen mithridates’in ataların mezarları vardı. Bunlar kayaların yüze Derinleşmesiyle oyularak soyutlaşmış mağara odalarıdır. Dağın iki yanı pers krallığının tacı gibi yukarıdan aşağı doğru mazgallı surlarla sarılmıştır. Bunlarda iki ucundaki tahkim edilmiş kapı kalıntılarına doğru ve nehrin üzerindeki köprülere doğru inmektedir. Bugün demiryolu buradaki tünellerden gerçek kente girip çıkar. Amasya’nın yarı kagir beyaz boyalı evleri, uzun Lambardi kavaklarına karşı uyum içinde İris’in yeşilimsi sularına yansımaktadır. Irmağın sağ yakasında, kentin ortaçağ gönencinden kalma mimarlık eserleri çevresinde kümelenen bu evler arkadaki dağa tırmanır. Evlerin bittiği yere ünlü meyve bahçeleri başlar; yukarı kaleden bakıldığında, vadiye yapraktan kalın yeşil bir halı serilmiş gibi görünür. Burada, ağaçların meyve yüklü dalların altında gölgeli ve nemli bir dünya vardır. Kağnılar tekerlek izlerinin bıraktığı çukurlarla kaplı yollardan döne döne gelip elma hasatını pazara getirir.; ağaç dingillerinden çıkan gıcırtılar aşağıdaki nehirden arıklarla su çeken yüksek dolapların gıcırtılı seslerine karışır. Küçük Asya’da Amasya’dan daha çok resmi yapılmaya değer pek az kent vardır. Bununla birlikte bu kent yakınlarında yaşanmış türlü türlü tuhaf felaketlerin izlerini taşır. 1913 yılında yangında evlerinin üçte biri yok oldu. 1939 yılındaki büyük depremde revakı ile minarelerinin tepesini yitiren, II Sultan Beyazıt’ın yaptırmış olduğu güzel caminin onarımı 1952 yılında Yeşilırmak’ın birden taşmasıyla kesintiye uğradı. Bu taşkında aşağı kentin tümü bir metreye yakın derinlikte su altında kaldı.

    Komana’nın yıkıntıları da Yeşilırmak’ın her iki yakasında, Tokat’ın dokuz-on kilometre kuzey doğusunda Gümenek Köyü yakınındadır. Yol burada taş ayakları olan ahşap köprüden geçer. Günümüz gezginlerinden birinin belirttiği gibi, “ köprüyü kuranlar yeri bir levhayla belli etmek, kutsal kenti unutulup gitmekten kurtarmak istercesine en yakın kemere kentin adını yaşayan iki yazıt konmuştur” ünlü tapınak, ırmağı yukarıdan gören ancak şimdi geniş bir yıkıntı alanından başka bir şey bulunmayan alçak bir tepenin üzerindeydi. Tapınağı destekleyen grimsi mermerden yapılmış kocaman sütunlardan geriye kalan sekiz tanesi Tokat’a götürülüp ulu caminin baştabanının desteklemede kullanılmış

    Pontos krallığının Roma’ya karşı direnişin destansı öyküsü Küçük Asya tarihinde görülmüş en sıra dışı, en göz alıcı kişiliklerinden biri öne çıkarır. M.Ö. 110 tarihinde çok genç yaşta Pontos kralı olduğunda, Mithridates Eupator’un kişiliğinde birbiriyle çelişen bir çok garip özellik toplanmıştı. Boyu da gücü de normalin üstündeydi. Tümüyle vicdansız ve acımasızdı. Hırs ona yılmaz bir azim vermişti. Sonuç olarak Mithridates çoğunlukla olağandışı denecek ölçüde zeki bir barbar olarak düşünülmüştür. Gene de, Magie’nin belirttiği gibi bu görüş;

    “…acımazlık ve zulüm Helen özellikleri olmadığı, başkalarının yaşamına ve haklarına hiç aldırmamanın Barbar ulusları yöneten tiranlara özgü olduğu inancına dayanıyordu. Mithridates’in zevkleri öğrenim görmüş Yunanlının zevkleriydi: müziği sanat yapıtlarını severdi, güçlü hatipti, Helenlerin dinsel tapınmalarını incelemişti, edebiyatta ve felsefeye ilgisi ozanların, bilim adamlarını sarayına çağırmasının nedeniydi.”

    Yönetimin ilk on yılı bilinçli ve sitemli olarak Pontos krallığını genişletmek, ekonomik ve askeri güç kurmakla geçti. Doğuya doğru Karadeniz kıyısındaki denetimini Trabzon’dan öte Kafkaslara değin uzattı, hatta şimdi kırım dediğimiz yerde çok yararlı bir denizaşırı koloni kurdu. Batıda Bithynia kralı Nikomedes’le anlaşarak Paphlagonia’yı paylaşıp, kıyıda kendi tarafında kalan kısmı ülkesine kattı. İçerilerde, güneye doğru, o sıralar orta Avrupa’daki bir ayaklanmayla uğraşan Romalılara karşı yapmayı kafasını koyduğu sefer için, ülkenin durumunu kolaçan etmek üzere kılık değiştirip Asya illerini bir güzel dolaşmış. Küçük Asya Yunan halklarında Roma yönetimine karşı gitgide artan hoşnutsuzluğu fark etmesi ve Romalı istilacılara karşı Helenizmin savunuculuğunu üstlenmesi, belki de bu yolla olmuştu.

    M.Ö. 100 yılından başlayarak Mithridates Küçük Asya’nın artık en güçlü kralı olmuştu ancak bunu izleyen on yıl boyunca kafasına koyduğu büyük amaca uygun, büyük bir ordu kurmakla uğraştı. Romalılara karşı izlediği yüz yüze siyaset ise, bir ileri bir geri taktiğiydi. Bu dönem boyunca Roma’yla çekişmesinin ana nedeni, Kappadokia krallığıydı. Mithridates sürekli olarak bu ülkenin Roma yanlısı olan yöneticisini kovuyordu, yerine kendi koruduğu adamı getiriyordu. Lucius Cornelius Sula komutasındaki bir ordu ilk kez Roma yetkesinin simgesi olarak ortaya çıkıp meşru kralı resmen tahta geçirdiğinde bile, Mithridates, Romalı komutan sırtını döner dönmez aynı şeyi yaptı.

    Artık savaş kaçınılmaz olmuştu ama yıl M.Ö. 89’a gelip çatmıştı ve Sula siyaset alanındaki düşmanlarıyla karşılaşmak üzere Roma’ya dönmüştü. Roma orduları, ülkenin birbirinden çok uzak üç bölgesinde görevli, pek deneyimli olmayan generallerin buyruğu verilmişti. O sırada süvarilere ve tekerlekleri bıçaklı savaş arabalarına ek olarak, iki yüz elli bin piyadeyi seferber ettiği söylenen Mithridates, seferden çok zafer alayı havasında güneye doğru yola koyuldu. Yılın sonunda Ephesos’a yerleşip Asya illerini ele geçirmişti. Daha sonra kısa süreli seferlerle Trakya’yı, Makedonya’yı ve hemen hemen Yunanistan’ın tümünü bir anda ele geçirildiği yerlere ekledi. Midilli adasnı da ele geçirdi, yalnız Rodos’u almayı başaramadı; çünkü gemiye yüklenen kule ve takma köprüden oluşan kuşatma makinesi, kendi ağırlığına dayanamayarak yıkılınca, saldıran vazgeçilmesi gerekti.

    Eşsiz bir zafer kazanmış olan Mithridates, buna en az düşmanlar kadar şaşırmıştı. O sırada öyle bir davranışta bulundu ki, bütün Akdeniz dünyasını hayrete düşürdü. Gördüğümüz gibi, kırk yıllık emperyalist sömürü düzeni, Asya Eyaletine, İtalya’dan şimdi sayıları yüz bini bulan memur, işadamı ve küçüklü büyüklü tecimen ordusunu getirmişti. Mithridates bu kişilerin aileleri ve hizmetçileriyle birlikte toptan yok edilmesini emretti. Buyruğu öylesine eksiksiz yerine getirildi ki, söylendiğine göre, bu yalnız Romalılar çekmeyecekti. Eyalette yaşayan Yunanlılar çok geçmeden özgürlüklerini sözüm ona kendini amaç etmiş bu kişinin bu şekilde topluca öldürüldüğü istilacılardan daha az baskıcı olmadığını kendilerinde bu yen, tiranın buyruğuna girdiklerini despot olarak kendini göstermişti.

    Bu sırada Romalılar, ülkeleri İtalya’da kendi aralarında gönülsüz, bölünmüşlerdi. Olay, Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir zaman tümüyle ortadan kalkmamış olan sınır mücadelesiydi. Halk, ilk kez, çok sevilen büyük önderi Marius’un yönetiminde soyluları temsil eden Senato ile kavgadaydı. Ne var ki, çok yakın zamanda Asya eyaletinde meydana gelen gelişmeler de uzun süre göz ardı edilemezdi Senato Sula^ya Yunanistan’la Küçük Asya’nın geri alınması görevini verdi. Ancak Sulla ordusuyla birlikte kentten ayrılmıştı ki, halk yeniden Marius’un önderliğinde ayaklandı ve yeniden yönetimi ele aldı; Sulla’nın askeri görevine resmen son verilmiş, ona karşı halk ordusu kurulmuştur.

    Bundan sonraki olayların benzeri başka bir tarihi ortamda bulmak güçtür ve bu olaylar Romalı komutanların gittikçe artan bağımsızlıkların göstermesi bakımından önemlidir. Yurtta merkezi hükümetin işlevi ve yetkisi iç savaş yüzünden kaosa sürüklenmiş, gücü tükenmişken, cephede birbirinden tamamen bağımsız hareket eden iki rakip ordu, yine de beraberce siyasal ve askeri zafere erişebildi. Bu tam bir zaferdi ve elde edilişindeki hızdan daha şaşırtıcı değildi.

    Sulla’yı karşı gönderilen komutan öldürülmüş, yerine Fimbria adında bir serüvenci geçmişti. Bu adam önceki komutana verilen görevi göz ardı edip Mithridates’e karşı gücünü denemek üzere iki tümenle İstanbul Bopazını gçeti. Bu sırada Yunanistan’ı çok zorlanmadan geri almış olan Sulla, Trakya’da kalıp olayların gelinmesini beklerken Ege’nin kuzeyindeki devletleri yatıştırmakla uğraştı. Fimbria, stratejik hesaplarından çok talihli yaver gittiği için kralın Lesbos adasına kaçmamasına engel olamadığı gibi, kısa bir süre sonra kendisiyle değil rakibi Sulla’yla barış görüşmesi yapması zoruna gitti. Bu durumda Mithridates’e teslim koşullarını dikte eden sula olmuştu. M.Ö.85’te Dardanos’ta, Fimbria’nın önceki seferi sırasında gereksiz yere yağmaladığı Truva yakınındaki kentte, kral ile Sulla bir araya geldiler. Varılan anlaşmada Mithridates, donanmasını ve ele geçirdiği yerlerin tümünü teslim ediyor, yalnız başta kendisinin olan kuzeydeki küçük alanı ellinde tutuyordu. Sulla bundan sonra özellikle Fimbria’yı ortadan kaldırmak için ilerledi. Önderlerinin beceriksizliğiyle bağlılıkları büyük ölçüde sınamış olan iki tümen kolayca komutan değişkenliğine razı edildi; askerlerinin terk etmesi de Fimbria’yı intihara sürükledi. Sulla, birleşik Roma ordularının başında güneye yürüdü ve Mithridates’le birlikte aldığı kararın uygulanmasında başladı. Onu M.Ö. 83 yılında siyasi düşmanlarıyla hesaplaşma hazırlığı içinde, İtalya’ya ayak basarken görürüz.

    Mithridates’e karşı kazanılan zaferin köklü bir zafer olmadığı belliydi: yılan yaralanmış ama başı ezilmemiştir. Ama yinede Küçük Asya’daki ilk ve son ulusal hareketti bu. Şimdi ülkenin hiç olmazsa batı kesimi Romalı mültezimlerin gaspıyla sorumluluk duygusu olmayan yerli kralın zulmü arasında pek bir fark olmadığı anlaşılmıştı. Bununla birlikte roma yönetiminin yeniden kurulmasının üzerinden geçen 12 yılda yunan kentleri toplumsal yıkımın ve ekonomik iflasın eşiğine geldiler.

    Mithridates’e boyun eğdiler onunla iş birliği yaptılar diye cezalandırıldılar; yönetilmek için değil sömürülmek için gidenin gelenin arttığı vicdansız valilerin eline bırakıldılar. Bunlar arasında bir muerra’nın, verres’in, dolabella’nın adını anmak yeter. Murana şimdi resmen dost devlet sayılan pontos’a akınlar düzenleyerek kendi yönetiminin yetkesine hafife aldı; Verres’in sanat yapıtları toplamak gibi bir münasebetsiz tutkusu vardı ve tapınakların yüzyıllardan bu yana yerleşmiş haklarını hakir görüyordu. Dolabella sonunda sahtekârlık ve gasptan Roma’da mahkemeye çıkarılmıştı. Eyaletteki işleri denetlemek üzere M.Ö. 71 yılında Sulla’nın eski vekili Lucius Lİcinius Lucullus atıncaya değin ortada hiçbir kurtuluş belirtisi yoktu.

    Tümüyle iflas etmiş olan ülkeyi yılgınlıktan kurtarmak için kesin önlemler almanın gerektiğini fark eden Lucullus, bir dizi uzun vadeli ekonomik reformlar yaptı: Tefecilerin aldıkları faiz oranlarını ve bileşik faizleri kesin olarak önledi. Bu önlemleri uygulamakla halkın sonsuz minnetini kazandı. Böylece görev süresince büyük borç yükü, başa çıkılabilir boyuta inmişti. Ülkesinde ise, mültezimler ve onlara bağımlı olan pay sahipleri arasında yarattığı öfke fırtınası onun Asya’daki makamının güvenliğini sarstı.

    Bu görece atanmadan önce de Lucullus, Küçük Asya’da iki yıldan çokalmış, bu arada çok daha çetin bir görevin üstesinden gelmişti. Bu da yorumlamak bilmeyen Mithridates’e karşı yeni savaşın sevk idaresiydi.

    Birkaç yıldı Pontos kralının yeniden silahlandığı biliniyordu. Gerçekten çok sayıda asker toplamış ve donatmıştı, Marius adında Romalı bir kaçağın yardımıyla ordusunu Roma ordusu gibi eğitmiş, geçmişteki Ponots ordularının özelliği olan birçok hantal gösteriden ve doğulu gösterişlerden kurtarmıştı. Ayrıca büyük ve güçlü bir donanmada kurmuştu, kısa zamanda. M.Ç.73 yılının baharında simgesel bir davranışla resmen yeniden savaş açtı. Donanma üssü olan Sinop’ta Zeus Stratios’a kurban kesilip, beyaz atların çektiği bir savaş arabası dosdoğru denize sürüldü.

    Pontos’un batısına düşen Bithinia devleti yakınlarda doğrudan Roma’nın yönetimi altına girmişti. Bu devletin son kralı Nikomedes, Pergamon’un son Attalos’una özenmekten olacak ülkesini Romalılara bırakmıştı: ülke de Romalılarca özümsenme sürecindeydi. Bu kez Mithridates Bithinya’dan geçerek ilerliyordu, ordusu da başlangıçta kimi başarılar elde etmişti. Roma güçlerinin bir kısmı, İstanbul Boğazı kıyısında Khalkedon’da idi. Mithridates, karadan ve denizden yaptığı ortak saldırıya yalnız limana demirlenmiş olan Roma donanmasının büyük kesimini yok etmekle kalmadı, komutanları Cotta’yı tutsak aldı, ordusunu da dağıttı. Bu sırada Lucullus Ephesoso’ta Romam birliklerinin ana bölümünün talimiyle uğraşıyordu.

    Duruma el koymak için şimdi kuzeye doğru yürüdü. Henüz kazandığı zaferle kendine güveni artmış, sayıca üstün bir orduyla doğrudan çarpışmayı göze almayacak kadar iyi bir komutan olan Lucullus, Mithridates’in ordusunu vur kaçlar yaparak rahatsız etmekle yetindi. Mithridates’in, kalabalık ordusunun bu koşullar altında erzak ihtiyacını sağlamamış olduğu belliydi; çok geçmeden de Marmara’daki donanmasıyla yeniden bağlantı kurmaya zorlandı. Bu da Roma’dan yana olan Kzyikos kalesini kuşatmayı gerektiriyordu. Kalenin gücünü hesaplayamadığından, bir süre sonra kendini uzun ve pahalıya mal olan bir kuşatmanın içinde buldu.

    Kyzikos, bugünlü Bandırma’nın tam kuzey batısında, dar bir kıstakla anakaraya bağlanan küçük bir ada üzerindeydi. Kentin her iki yanında ikizi liman vardı. Bu limanlar ve kentin güçlü bir duvarla korunmaktaydı kıstağın girişini kapatan girişini kapatan Mithridates, ansızın ordusunun gerisindeki bir tepede güçlendirilmiş bir ordugah kuran Lucullus tarafından ablukaya alındığını anladı. Bu durumda Mithridates gene ikmal sorunlarıyla karşılaşmış, bunun için şimdi yalnız gemilerine güvenmek zorunda kaldı. Kente yaptığı saldırılar uzun süre etkisiz olup da, ordusunun büyük kesimi ,, geceleri ikmal için içerilere girme girişimleri sırasında, çevik Roma güçlerince yakalanıp yok edilince, sorun ciddileşti. Sonunda kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı, ordusunun geri kalan kısmını da deniz yoluyla geri çekti. Ancak Lucullus, Khalkedon’daki faaliyette yitip giden Roma gemilerinin yerini alacak bir donanma toplayınca değin, bu zaferin meyvelerini toplayamazdı. Göründüğü kadarıyla hem kentlerin hem de adaların katkısıyla bu da olmuş; ama ne var ki, Pontos donanmasının yarısı, Çanakkale Boğazının girişinde, Roma filosuna yakalanıp yenilmiş, bu sırada donanmanın öteki yarısı da Karadeniz’de fırtınaya yakalanıp fena halde hırpalanmış. Kralın kendisi ise, neredeyse tek başına küçük bir korsan teknesiyle kaçıp sonunda Sinop’a varmış.

    Bu kez Romalı komutanlar, Mithridates’in artık kendini toparlayamamağı gibi bir sanıya kapılmış görünmüyorlardı. İzmit’teki bir toplantıda Pontos’u istila edip savaşı düşman topraklarına götürmeyi karalaştırdılar. Kral şimdi, özel kalelerinden Niksar’a sığınmıştı. Bu kala Lykos Nehrinin kuzey yakasında, yakasında, yukarıdaki dağların bir koluna kurulmuş bulunan askeri kentin egemen olduğu yerdeydi. Buraya geldiklerinde beklendiği gibi, onun yeni bir ordu toplamaya başlamış buldular. Lucullus 71 baharına değin onunla savaşacak durumda değildi, oda bu ana değin güçlü bir ordunun başına geçmişti. Neyse ki, Romalıları, genellikle olağanüstü güçlerin müdahalesine yorulan açıklanamaz bir olay, ciddi bir çatışmadan korudu. Olay bir gece ansızın Pontosluların ordugahında çıkan panik olarak kendini gösterdi ve birkaç dakika içinde koskoca ordu ürkmüş sürü gibi darmadağın oldu; silahlar, donanmaları, Lucullus’un eline kaldı. Bu kez kral, Koma tapınağına sığındı, sonra da Armenia’ya kaçtı.

    Şimdi Lucullus’un yapması gereken tek şey Amisos (Samsın ) ve Sinope ( Sinop )’deki Pontos garnizonlarının teslim olmasını sağlamaktı. Bu yerlerin Yunan kent statüsünde olmasından ötürü, Lucullus bu işi elden geldiğince zora başvurmadan yapmak niyetindeydi. Ne yazık ki, bu iyi niyetin ilkin garnizloar engelledi: teslim almak istediği birlikler deniz yoluyla kaçmaya hazırlanıp kenti ateşe verdi, yağmaya dalan Lucullus’un ordusu ise, ateşi söndürmeye yanaşmadı. Söylendiğine göre, Lucullus’a üzüntü aşağlamışlık duygusuyla ağlamaktan, kentlilerin kayıplarını gidermekte ve aynı olayın Sinope’de yinelenmemesi için güvenlik önlemleri almaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı.

    Mithridates’in şimdi sığındığı Ameia’ya daha önce değinmiştik. Bu yerel krallık, o zaman değin Roma’nın fetih alanı dışında kalmışıç ilk kez Akamenid krallığı zamanında Armenia adını alan bu Ülker, batıda yukarı Fırat’ın sularını, güneyde Dicle’nin ve Doğuda Urmiye gölünden aşağı yukarı kuzeye doğru çizilecek bir çizginin sınırlandığı alan içinde kalan dağlık bölgedir. Kralı dorukların egemen olduğu bu çıplak tepeler ülkesinde , sert kış iklimi ancak dağlar arasında korunan vadilerde iyice bir yaşama elverir.

    Armenia yaylalarının en çarpıcı jeolojik özelliği, bir anlamda ülkenin odağı olan Ararat Dağıdır. Dağ olarak en etkileyici yanı, içinde bulunduğu ortamdan ayrı durması, arada üç yandan görünüşü engelleyecek başka bir şeyin olmayışıdır.gerçekte yan yana iki tepesi vardır, birinin adı Büyük Ağrı, ötekinin adı Küçük Ağrıdır. Her iki tepenin bulunduğu ova yaklaşık olara 2750 metre yüksekliktedir; yüksek olan tepe ise, yaklaşık olarak 5182 metre olarak ölçülmüştür. Çıkması zor değildir. Bugün Türk ordu birliği dağa süreli çıkıp inmektedir. Yakın zamanlarda peşpeşe yarı bilimsel seferler yapılmıştır. Ancak dağın tümünün düzeni ve yapısını en iyi Lynch betimlemiştir. Onun 1893 yılında doruğa yolculu, Avrupalıların on beşinci çıkışını temsil etmektedir.

    Lynch, her iki doruğun da yanardağ patlaması sonunda oluştuğunu söylerken, neredeyse büyük tepenin doruğundan aşağı derin, dikey bir yarığın indiğini anlatır.o sıralar yer sarsıntısı sonucu meydana gelen toprak kayması bu yarıkta yer tutabilmiş tek köyü tümüyle alıp götürmüş, böylece doruğun yapısını da zayıflatmıştır. Gelecekte benzer bir sarsıntı ile “ tepedeki ağır çatı, kardan tavanın altında ağzını açmış bekleyen uçuruma tepetakla iniverecektir” Lynch ayrıca Ağrı Dağı ile Tevkin’de sözü geçen Nuh’un gmeisinin oturduğu “ Ararat Dağları” arasındaki benzerliğiyle de tartışıyor. Bu da en az ermenilerin Hıristiyan oluşundan beri söylenegelir. Lynch yine dikkat çekiyor; “ Kutsal kitapta anlatulan Tufan Efsanesini üreten aşağı ülke insanları, Ararat dağını pek biliyor olamazlardı” gelgelim dağın güzelliği ve farklılığına düşlerine tutsak etmiş gezginlerden biridir kendisi. Mayıs ayında karlarla kaplıyken gördüğünde şöyle diyor: “Aras Havzasının bahar kırlarını saran bu bembeyaz enginlik, dünyanın en güzel manzaralarından biridir” bu satırların yazarı Ağrı Dağını ilk kez eylül ayında, kardan geriye doruktaki buzul kaldığı zaman gördü. Bir şafak vakti, masmavi göğe doğru narin bir sorguç gibi doruktan yükselen sumanı gözünün önüne getirdiğinde, Lynch’i görüşünü onaylamakta zorlanmamıştı.

    Lynch Armenia’nın iki ünlü tepesini de gezip inceledi. Bunlardan biri ağrı gibi başından kar eksilmeyen Süphan’dı öbürüde eski yanardağ kraterlerinde tekin olmayan gölüyle Nemrut( Şekil Dağları). Van gölü kıyılarından birkaç km uzaklıktaki iki dağın da gölü berrak sularına yansıdığı görülür. Bir anlamda Armenia’nın mihrabı olan bu göl.Göl kıyısı ile dağlar arasında kalan çukur eller bölgenin en iyi otlaklarıdır. Burada nehirler meyve ve sebze bahçeleriyle meyve ve sebze bahçeleriyle dolu geniş alanları sular. Bununla birlikte Van’ın yukarıdan tepelerden görünüşü en önemli özelliğidir buralardan bakıldığında ne tarım ne de başka çağdaş etkinlik belirtileri görünür; bütün görülen, tarih öncesinin uzak, gerçek dışı doğru görünümüdür. Arada bir kıyıdan kıya gidip gelen küçük vapurun doğayla uyumsuz görünüşünden, insan gözlerini minnettarlıkla daha zaman dışı bir olaya, örneğin suyun üstünde yavaş yavaş dönüp duran gri turna kuşu sürüsüne döndüler.

    Romalının kafasındaki Armenia’nın masalsı uzaklığı Strabon’un coğrafyasındaki düşsel tasarımlarına yansımıştır. Strabon, Dicle’nin kaynağı ile Van Gölü arasında bir yer altı akıntısı düşler. Gene de, ülkenin bakır, demir, hatta boraks gibi madenleri boldu, bu arada kalabalık vadilerde endüstri çünkü kumaş, ipek ve dokumayı uzak pazarlar için üretiyordu. Ünlü kermes boyası o zaman bile çok tutulu, Armenia kuyumcularının saraçlarının ürünleri çok aranırdı


     
  2. Uygu

    Uygu New Member

    İşte Lucullus zamanında buralarda oturanlarla, Urartulu atalarından kalan ülke buydu. Bu ülkede oturanlar arasında Ermeni kökenliler, M.Ö. birinci binin başlarında, belki Friglerle aynı zamanda Küçük Asya’dan gelmişti. Herdotos’a göre onlar Friglerin bir koluydu. Sonunda doğunun yaylalarına yerleştiler; ancak yerli halka tam olarak kaynaşamadıkları görülüyordu. Çünkü, daha sonraki yıllarda ülke genelinde iki farklı toplumsal gruptan biri olarak Ermeniler tanınacaktı.

    Urartu’nun yıkılmasından sonra, Armenia önce bir süre Medlerin, sonra Akamenid Perslerinin egemenliğinde kaldı. Ancak M.Ö. ikinci yüzyılda Romalıların gelişi yüzünden Seleukosların zayıflaması üzerine, sonunda bağımsızlıkların ilan edebildiler. İlk Ermeni prensi Artashes, aslında Part Arsakid hanedanın yakın birleşiğiydi, ancak ardılı bu birleşiği tanımadı. Mithridates’in çağdışı ve damadı olan, M.Ö. 95 yılında başa geçen Tigranes, Part krallarına karşı gücünü deneyecek durumda gördü kendinsin ve ülkesinin topraklarını Partların aleyhine çokça genişletti. Ağrı Dağının kuzeyindeki Artaksata o zamana değin Armenia’nın başkenti olagelmişti; ama Tigranes, Kuzey Mezopotamya’ya ek olarak, Suriye ile doğu Kilikya’yı da ülkesinin topraklarına katınca, eski başkent çok uzak kalmış gibi göründü. Böylece o daha ortalarda bir yerde, yeni bir başkent kurdu. Kentin adını “Tigranokerta” koydu ve şimdi kendi egemenlik alanına girmiş olan on iki Yunan kentinin halkını buraya aktardı. Böylece saray yaşamında ve devlet yönetiminde biraz batı kültürüyle bir benzerlik kurabilmiş oluyor, giderek kendine “ Krallar Kralı” şanını veriyor.

    M.Ö. 71 yılında Tigranes’in kayın babası bu topraklarda sığındığında, ilkin resmi kabul görmedi; ancak geçici olarak krallık saraylarından biri verildi kendisine. Ne var ki ertesi yıl Romalılar askeri güç kullanma tehdidiyle kralın teslim edilmesini isteyince, Mithridates hemen saraya çağırıldı ve kendisinden orduyu Roma askerleri gibi eğitilmesi için Tigranes’e yardımcı olması rica edildi. Mithridates bu konulada biraz deneyimli olduğu için bu dileği kabul edildi ve M.Ö. 69 yılında Lucullus, savaş tehdidini her iki krala karşı yöneltmek zorunda kaldı. Bu zafer çok gecikmedi. Luculus Tigranes’in ordusunu, Tigranekerta dışında tam bir bozguna uğrattı, orada ikamet etmeye zorlanmış olan Yunanlıların da yardımıyla kenti yıktı. Onların eski kendi memleketlerine dönmelerini olanaklı kıldı. Strabon’un sözleriyle, Lucullus “ henüz yarısı tamamlanmış bir kenti yıktı, geriye küçücük bir köy bıraktı.” Sonra batıda Tigranes’in eline geçmiş eyaletlere yönelip Kilikia ile Suriye’yi kurtarmak üzere ilerledi. Bu başarılara yetinmeyen Lucullus, ertesi yıl, ilerleyişini Armenia’nın kalbine doğru, şimdi Tigranes’le Mithridates’in bir araya geldiği yere doğru sürdürdü ancak hem iki kralın da açıkça meydan savaşına gitmekten kaçındıklarını anladığı hem de yaklaşmakta olan kara kışı dağlar arasında geçirmekten korkan birliklerin çıkardığı huzursuzluktan bunaldığı için, Armenia’nın boyun eğdirilmesi işini bitirmeden öylece bırakmak zorunda kaldı. Bununla birlikte güneye döndü. Nisbis’i kuşatıp ele geçirdi.; Tigranes sağlam bir surla çevirili bu kentte, Mezopotamya’da henüz kazandığı mülklerinin denetimini elinde tutmaktaydı. Lucullus kışı burada geçirdi.

    Mithridates’le arasındaki savaşı başarıyla sonuçlandırdı, Roma yetkesinin simgelerini Part hudutlarına değin götürdü diye, Lucullus’un Roma halkının takdir ve beğenisini kazandığı sanılabilir. Tam tersine, başarılarının çoğu şimdi ülkesindeki düşmanları kazandığı sanılabilir. Çabucak etkisiz duruma getirilecekti. Atamayla ya da fetih halkıyla o şimdi beş eyaletin valisiydi: Asya, Kilikia, Bithynia, Pontos ve Armeni. Bu çok yönü seçkinliğine duyulan haset, şimdi daha önceleri Asya’da gerçekleştirildiği ekonomik reformların yaratmış olduğu büyük kızgınlık eklenmişti. Demek ki hainlik söz konusu olduğunda, Senato’nun gücü sınırsızdı. M.Ö. 67 yılında Armenia’daki savaş daha tam olarak sonra erdirilmemiş, Mithridates hala serbestken, Senato’dan hem Lucullus’u komutanlıktan alan hem de tümenlerinin terhisine onay veren tasarı geçti. Luculus ertesi yıl Roma’ya vardığında, Mithridates Pontos’a dönmüş, Tigranes de Kappadokia’ya yeni bir saldırıya girişmişti.

    Lucullus’un Roma’daki düşmanları büyük komutanı önünde eski güçlerini koruyamadılar. Gerileme dönemindeki Cumhuriyet’in tutarsızlık özelliğine uygun olarak Senato sonunda Lucullus’un geçit töreni düzenlenmesini kabul etti. Tören muhteşemdi. Mithridates’i yenmesinin simgesi olarak “ ağır zır kuşanması birkaç atlı, on adet tırpan tekerli savaş arabası, kral maiyetinden atmış görevli subay, yüz on adet pirinç mahmuzlu gemi ve onlara birlikte Mithridates’in bir seksenlik altın heykeli zafer geçidi yapıldı. Lucullus ise, başarısızlık ve ayma duygusuna bulanmıştı baştan aşağı. Yaşamının geri kalanını edebiyatta, sanatta ve hala onun ismini çağrıştıran lüks inceliklere adadı.

    Lucullus’un Pontos ve Armenia gibi yerli devletlere karşı yürüttüğü sefer sürmekteyken, ülkelerine daha yakın olan Romalılar, kendilerini gene Küçük Asya kökenli gittikçe büyüyen bir sorunla karşı karşıya buldular. Bu, Kilikia korsanlarının, Romalıların Akdeniz tecimine ve bağlantılarına karşı oluşturdukları tehlikeydi.

    Anımsayacağımız gibi, M.Ö. ikinci yüzyılın büyük bölümünde, İssos körfezinden hemen hemen Kayra hudutlarına değin, güneyde denize kıyısı olan bölgeler Ptolemaios krallarının elindeydi. Sulla’nın ardında, Ptolemaiosları Pamphylia’dan atıktan sonra, Roma’nın etki alanını batıya doğru Lykia’ya, doğruya doğru İsauria’ya ve Kalykandos vadisine dek yaymışlardı. Ancak Kilikia onların elinde kalmıştı ve bölgenin batı kısmı Akdeniz’e gemilere saldıran bir grup korsanın yuvası ve üssü olmuştu. başta yayımlayıcı taktikte deniz gücünün oynadığı rolü bilmeyen Romalılar, Selukoslara ait filoların deniz polisi olarak işlevini kavrayamamış, onları yok edince de yerini doldurmamışlardı. Böylece bomboş alan, deniz haydutlarına kalmıştı.bugün Mersin’le Silifke arasındaki alan, uzun menzilli baskınlar için mükemmel bir karargah ve üs yerleri olmuştu. Kayalık dağ eteklerinin Toroslara doğru diklemesine yükseldiği yerlerde korsanlar surlarla çevrili sığınaklar kurdular; yaklaşan düşman gemilerini böylece uzaktayken görebileceklerdi; küçük koyla ve demir atmaya uygun gizli girintilerle dolu sahilde limanlar, depolar kurdular; gemi yapımı için gerekli kereste yakınlardaydı, yaşamın zevkli yanları için gereksimler ini tutsak ustalardan ve zorunlu emekten sağlıyordu. M.Ö. 67 yılı geldiğinde korsanlar etkinliklerini artık batı Akdeniz’e değin yaymışlar, hatta İtalya kıyılarına baskınlar düzenleyecek ölçüde ileri gitmişlerdi. Romalılar, Ostia’ya gitmek üzere yola çıkmış tahıl gemilerinin ele geçirildiğini yada batırıldığını öğrendiklerinde, artık etkili önlemler almanın zamanı gelmişti.

    İşte adı Gnaeus Pompeius Magnus olan kişiyi öne çıkaran bu bunalım oldu. Senatonun çıkardığı bir yasayla daha önce verilmemiş güç ve yetkeyle donatılmış, tümüyle yeni bir komutanlık kuruldu. Yasanın amacı yalnız korsanları batırmaktı ve bu makama dolduracak kişi de oydu. Popeius üstlendiği görevi bütün gücüyle öylesine çabuk başardı ki, böylesi hemen hemen hiç görülmemişti. Sefere çıkalı üç ay olmamıştı ki 120 yerleşme ele geçirdiğini, 800’den çok gemiyi ele geçirdiğini ya da yok ettiğini ve çok sayıda kişiyi tutsak ettiğini bildiriyordu. Bunlara ek olarak korsanların silahlarına ve gemi yapım gereçlerine el koymuştu.

    Ancak Pompeius’un siyaset anlayışı, salt yok edip ceza vermekle yeinecek bir insan olmasına izin verecek türden değildi. Çürüyüp giden Seleukos hanedanına bağlı, kısa zaman öncesine değin yetkesini korsan reisleriyle paylaşan zayıf birisinin yönetiminde ki Cilicia Compestris’in verimli topraklarının şimdi yeni bir düzenlemeyle Roma Devletinin eyaleti olabileceğini, hem tecim hem de askeri açıdan ileride Küçük Asya’ya yerleşmede önemli rol oynayacağını ören Pomoeius, eline geçen yeni gereçleri en randımanlı biçimde hangi amaç uğruna kullanacağını hemen anlamıştı.

    Yakalanan korsanlar arasında bile, yasa dışı yollara düşmelerinin nedeni, yeteneksiz devlet görevlerinin elinde uğradıkları hainlik ve haksızlıklara tepki olan bir çok kişi bulunduğu, adil davranıldığında bunların Pomoeius’un amacına önemli katkıları olacağı görünebiliyordu. Buna göre bütün yöreyi sistemli olarak yerleşime açmayı sürdürdü ve gerekli yerlerde kentler kurup oralara savaş tutsaklarını yetiştirdi. Eski Soloi kenti topraklarında yeni bir kent kurdu, adı da Pompeiopolis oldu. Bugün Mersin çevresinde dolaşanlar, bu küçük liman kentinin alımlı kalıntılarını, kumların içinde görülen beyzi limanın taştan mendireklerini, kısmen hala dokunulmadan kalmış merkez caddenin tek sora sütunlarını bilir.

    Böylece, cesaret ve güç isteyen işlerin üstesinden gelebilecek bir kişi olarak kendini göstermiş olan Popeius’un adı, kısa bir süre önce Lucullus’un bıraktığı komutanlık makamı için övgüyle salık verilir oldu. Lucullus’un yerine gelenlerin beceriksizcileri yüzünden Mithridates’in yeniden bir ordusu olmuş, bununla Roma Küçük Asya’sında kurulmuş olan barışı tehdit eder duruma gelmiş, Armenia krallığıyla hesaplaşma zamanı gelmiş geçmişti. İşleri bu durumdan kurtarma görevi verilecek komutan kim olursa oldun, tam desteğe gereksinmesi olacağı ve işini kendi bildiği yapması gerektiği belliydi. Ancak, sonunda Pompesius seçildiğinde, çok az kişi Senato’nun onaylayacağı atamanın niteliğini kestirebiliyordu, onun yetki alanına giren kimi eyaletlerin valileri, onun isteği doğrultusunda resmen yerini alınmıştı.

    Lucullus’un Roma’daki düşmanları büyük komutanı önünde eski güçlerini koruyamadılar. Gerileme dönemindeki Cumhuriyet’in tutarsızlık özelliğine uygun olarak Senato sonunda Lucullus’un geçit töreni düzenlenmesini kabul etti. Tören muhteşemdi. Mithridates’i yenmesinin simgesi olarak “ ağır zır kuşanması birkaç atlı, on adet tırpan tekerli savaş arabası, kral maiyetinden atmış görevli subay, yüz on adet pirinç mahmuzlu gemi ve onlara birlikte Mithridates’in bir seksenlik altın heykeli zafer geçidi yapıldı. Lucullus ise, başarısızlık ve ayma duygusuna bulanmıştı baştan aşağı. Yaşamının geri kalanını edebiyatta, sanatta ve hala onun ismini çağrıştıran lüks inceliklere adadı.

    Lucullus’un Pontos ve Armenia gibi yerli devletlere karşı yürüttüğü sefer sürmekteyken, ülkelerine daha yakın olan Romalılar, kendilerini gene Küçük Asya kökenli gittikçe büyüyen bir sorunla karşı karşıya buldular. Bu, Kilikia korsanlarının, Romalıların Akdeniz tecimine ve bağlantılarına karşı oluşturdukları tehlikeydi.

    Anımsayacağımız gibi, M.Ö. ikinci yüzyılın büyük bölümünde, İssos körfezinden hemen hemen Kayra hudutlarına değin, güneyde denize kıyısı olan bölgeler Ptolemaios krallarının elindeydi. Sulla’nın ardında, Ptolemaiosları Pamphylia’dan atıktan sonra, Roma’nın etki alanını batıya doğru Lykia’ya, doğruya doğru İsauria’ya ve Kalykandos vadisine dek yaymışlardı. Ancak Kilikia onların elinde kalmıştı ve bölgenin batı kısmı Akdeniz’e gemilere saldıran bir grup korsanın yuvası ve üssü olmuştu. başta yayımlayıcı taktikte deniz gücünün oynadığı rolü bilmeyen Romalılar, Selukoslara ait filoların deniz polisi olarak işlevini kavrayamamış, onları yok edince de yerini doldurmamışlardı. Böylece bomboş alan, deniz haydutlarına kalmıştı.bugün Mersin’le Silifke arasındaki alan, uzun menzilli baskınlar için mükemmel bir karargah ve üs yerleri olmuştu. Kayalık dağ eteklerinin Toroslara doğru diklemesine yükseldiği yerlerde korsanlar surlarla çevrili sığınaklar kurdular; yaklaşan düşman gemilerini böylece uzaktayken görebileceklerdi; küçük koyla ve demir atmaya uygun gizli girintilerle dolu sahilde limanlar, depolar kurdular; gemi yapımı için gerekli kereste yakınlardaydı, yaşamın zevkli yanları için gereksimler ini tutsak ustalardan ve zorunlu emekten sağlıyordu. M.Ö. 67 yılı geldiğinde korsanlar etkinliklerini artık batı Akdeniz’e değin yaymışlar, hatta İtalya kıyılarına baskınlar düzenleyecek ölçüde ileri gitmişlerdi. Romalılar, Ostia’ya gitmek üzere yola çıkmış tahıl gemilerinin ele geçirildiğini yada batırıldığını öğrendiklerinde, artık etkili önlemler almanın zamanı gelmişti.

    İşte adı Gnaeus Pompeius Magnus olan kişiyi öne çıkaran bu bunalım oldu. Senatonun çıkardığı bir yasayla daha önce verilmemiş güç ve yetkeyle donatılmış, tümüyle yeni bir komutanlık kuruldu. Yasanın amacı yalnız korsanları batırmaktı ve bu makama dolduracak kişi de oydu. Popeius üstlendiği görevi bütün gücüyle öylesine çabuk başardı ki, böylesi hemen hemen hiç görülmemişti. Sefere çıkalı üç ay olmamıştı ki 120 yerleşme ele geçirdiğini, 800’den çok gemiyi ele geçirdiğini ya da yok ettiğini ve çok sayıda kişiyi tutsak ettiğini bildiriyordu. Bunlara ek olarak korsanların silahlarına ve gemi yapım gereçlerine el koymuştu.

    Ancak Pompeius’un siyaset anlayışı, salt yok edip ceza vermekle yetinecek bir insan olmasına izin verecek türden değildi. Çürüyüp giden Seleukos hanedanına bağlı, kısa zaman öncesine değin yetkesini korsan reisleriyle paylaşan zayıf birisinin yönetiminde ki Cilicia Compestris’in verimli topraklarının şimdi yeni bir düzenlemeyle Roma Devletinin eyaleti olabileceğini, hem tecim hem de askeri açıdan ileride Küçük Asya’ya yerleşmede önemli rol oynayacağını ören Pomoeius, eline geçen yeni gereçleri en randımanlı biçimde hangi amaç uğruna kullanacağını hemen anlamıştı. Yakalanan korsanlar arasında bile, yasa dışı yollara düşmelerinin nedeni, yeteneksiz devlet görevlerinin elinde uğradıkları hainlik ve haksızlıklara tepki olan bir çok kişi bulunduğu, adil davranıldığında bunların Pomoeius’un amacına önemli katkıları olacağı görünebiliyordu. Buna göre bütün yöreyi sistemli olarak yerleşime açmayı sürdürdü ve gerekli yerlerde kentler kurup oralara savaş tutsaklarını yetiştirdi. Eski Soloi kenti topraklarında yeni bir kent kurdu, adı da Pompeiopolis oldu. Bugün Mersin çevresinde dolaşanlar, bu küçük liman kentinin alımlı kalıntılarını, kumların içinde görülen beyzi limanın taştan mendireklerini, kısmen hala dokunulmadan kalmış merkez caddenin tek sora sütunlarını bilir.

    Böylece, cesaret ve güç isteyen işlerin üstesinden gelebilecek bir kişi olarak kendini göstermiş olan Popeius’un adı, kısa bir süre önce Lucullus’un bıraktığı komutanlık makamı için övgüyle salık verilir oldu. Lucullus’un yerine gelenlerin beceriksizcileri yüzünden Mithridates’in yeniden bir ordusu olmuş, bununla Roma Küçük Asya’sında kurulmuş olan barışı tehdit eder duruma gelmiş, Armenia krallığıyla hesaplaşma zamanı gelmiş geçmişti. İşleri bu durumdan kurtarma görevi verilecek komutan kim olursa oldun, tam desteğe gereksinmesi olacağı ve işini kendi bildiği yapması gerektiği belliydi. Ancak, sonunda Pompesius seçildiğinde, çok az kişi Senato’nun onaylayacağı atamanın niteliğini kestirebiliyordu, onun yetki alanına giren kimi eyaletlerin valileri, onun isteği doğrultusunda resmen yerini alınmıştı.

    Alıntı
     

Bu Sayfayı Paylaş