Sana Seni Vadediyorum

'Yazılar, Denemeler.' forumunda sha. tarafından 14 Eyl 2009 tarihinde açılan konu

Konu etiketleri:
  1. sha.

    sha. ..daha çirkin, daha huysuz

    ´´Gel gel berû ki savm u salâtın kazası var;
    Sensiz geçen zamân–ı hayatın kazası yok.´´
    Kadı Burhaneddin


    Çoğunlukla aynı başlardı masallar:
    Zamanın birinde bir kızla bir erkek varmış. Erkek sevdalıymış, kız onu bilmezmiş. Aşkını bilirmiş de onu bilmezmiş. Dileklerse yüksek katlara bir türlü ulaşmazmış.


    Çiçek Yüzlüm;
    Her zamankinden çok farklı bir mektup okuyacaksın. Belki biraz şaşıracaksın. Ama bu şaşkınlığının uzun süreceğini sanmıyorum. Senin gibi çok duyarlı bir insanın sevgiyle aşk arasındaki farkı anlamaması beklenemezdi.
    Biz, adına yaşam dediğimiz sürecin en önemli gerçeğini biliyoruz: Önce sevmek vardı. Sevdik. Sonra da aşkı keşfettik, sonucunu düşünmeyi bile insan olmamıza aykırı saydık.
    Meksikalı yaşlı balıkçıyı sevdik örneğin. Sevginin evrenselliğiydi bu. Afrikalı zenci çocuğu sevdik. Sarı benizli annenin çocuğunu beslerken beyaz cama yansıyan görüntülerini hiç unutmadık. Çöplükten beslenenleri görünce, bize anlatılan her şeyi unutmak istedik de bireycilik olur diye vazgeçtik.
    Ormanlarda birlikte yandık. Acıkmış kedi yavruları bulurduk çocukluğumuzda; koynumuzda ekmek kaçırıp çatı aralarında beslerken anne olurduk, baba olurduk.
    Büyükler maddeye ne kadar aldandılarsa, o kadar anlamazlardı bizi.
    Sevgi, bizim en güçlü yanımızdı ve en zayıf yanımız. Ağlamayı, önce sevgilerde öğrendik.
    /Sevgiydi, inandık. İnsan, varlık nedenini yok sayamazdı. Telefondaki apansız bir sesti sevgi, soluktu. Dokunmaktı biraz. Yollar yürümekti. Bilinmedik zamanlarda yanyana oturup gülümsemekti. Pencere önlerinde ufka dalıp boşluklarda yitip gitmekti. Uzaklarda, çok uzaklarda yol bilmez kuşların kırık kanatlarına bağlı pusulalarda yazanı beklemekti sevgi. Özlemekti./
    Özledik. Sevgi (ve aşk) din olsaydı, ibadeti emek olurdu. İnandık.
    /Bir arı çiçeğe konarken kanatlarını çok çırparsa, incitecek diye korkanlardandık./
    Yaşamın hüznünü paylaşarak azaltmayı umuyorduk, onlar çocuk yanımızı kanatıp giderlermiş tek söz söylemeden.
    /İnsanlar gördük, dost sandık. Biz bir ses duyumu özlerken, yalan sevgilerin hoyratlığında kendine kimlikler arayan. Duymayan insanlar gördük, bütün çiçeklere renk körü bakan. Telefonlarda sesimiz her defasında susuz topraklar gibi çatlaktı da onlar bizi anlamazlardı.
    “Sevenlerin hor görüldüğü dünyada” aykırı mevsimlerde çığsı çığsı ıslanırdı da saçları, güneşe bakamazlardı.
    Bizi bilmezlerdi. Sormazlardı. Anlamazlardı./
    Yaşamdaki bu rolleri hiç değişmezdi.
    Sevginin araç değil, amaç olduğunu, ancak bu yaşam kültürüyle varolabileceklerini bir türlü kavrayamazlardı.
    /İlgi gördükçe dev aynasına bakıp taşıyamadıklarını kusarlar, ayna kirlendikçe kendilerini göremezler, gittikçe küçülürlerdi. Büyüdükçe küçülmenin gizini hiçbir zaman çözemediler./
    Gerçek olan şu ki sevgiyi bilmeyen yaratıkların aşkı bilmeleri de beklenemezdi.
    Sevgi ve aşk, insanla diğer canlılar arasındaki en belirgin farktı.
    Onların ilâhlarıysa, maddeydi.
    /Dördüncü tür yaratıktılar.
    Yüzlerce yıl öncesi kavimlerin putlara tapması gibi, maddeye taparlardı. Kendi ürettiğine tapan ilkel yaratıklar olmaları zorlarına gitmezdi. Bütün toplumları mitoz bölünmeyle çoğalarak kuşattılar. Ülkeler yönettiler. Roma’yı yakarken lir çalıp oynamak, sıradan bir eğlenceydi onlar için. Kâbil’den beri cana kıydılar.
    Ateşle beslenirlerdi, suları kirlettiler.
    Artık herkes olabilirlerdi. Sevgi borsaları kurdular kentlerde. Kazandıklarını ya ömür boyu biriktirdiler ya da yeni ilâhlar elde etmek için harcadılar. Yalnızca sömürdüler. Parazitlerin işi de buydu, farklı olmadılar. Olsalardı, insandılar.
    Sevgiyi karıncanın besin kırıntısını bilmesi kadar bilmediler. Bilemezlerdi. Geleceğe yazacakları insanca hiçbir şeyleri olmadı.
    Aşkı farketmeyecek kadar aykırıydılar. İnsan ticareti, imanlarının tek ibadetiydi. Umut aldılar, acı sattılar.
    İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde yalanlarını gizlemek için tanıklar bulmaları zor olmadı.
    Birer Hüsrev’diler, Ferhat’ı bilmezlerdi. Şirin’den içindeki ateşi bastıracak bir söz duymadığı için, uzattığı incileri yerlere serptiğini gördüler de budala sandılar.
    Anlamaları için insanlığın aynasını tutmak istedik yüzlerine, yoktu.
    Onlar ne kadar varsalar, yüzleri o kadar yoktu./
    Varoldukları ilk günden beri yeryüzünün hiçbir bölgesinde sevgi toplumları oluşmadıysa, bundandır.
    Yüzyılların birikimiyle oluşan aşk kültürünü kavrayabilecek derinliği olmayanlardan aşk beklemek gereksiz bir iyimserlikti ama biz, her aşkta aslolan umudumuzla yine de sevdik...
    /Aşktı, inandık.
    Bedellerin kimi zaman yaşam pahasına ödendiği bir uygarlıktı aşk.
    Bulutların rüzgârından üşüyen Annabel Lee’ye ağlarken sevdalı olmaktı./
    Biliyorduk. Yaşam, kimsenin anlayamayacağı dengesiyle her gündoğumunda sunduğu umudu akşam çökünce durduk yerde alırdı gözlerimizden.
    Böyle nice günler yaşayarak geldik bugünlere, biz neler gördük...
    /Sevgililer gördük, seveni yangınlarda bırakıp, yabancı tenlerde kendini tüketen.
    İhanetler gördük. Yalanlar gördük, bizim olan her şeyi bir bir yağmalayan. Artık ağlamak vaktiydi. Ağladık.
    Apansız terkeden sevgiliye değil, kendimize ağladık. Aşk üzre, aşka ağladık. Kimseler bilmezdi bizi.
    Canımızı adadığımız sevgili bilmezdi.
    Kahrettik.
    Karabasanlar çöktü gözlerimize. Bir gün bile ah etmedik.
    Sevdik.
    Hepsi bu!
    Yalnızlık hiç bu kadar anlamlı olmadı./
    Sevmek, yalnızlığı göze alabilmektir çoğu zaman. Her yıkıma hazırdık.
    /İnsandık. Sevdik. Yaşadık. Yanılmadık./
    Yanılanlar; ihanetin, yalanın, onursuzluğun çıkmazında ömür tüketip yaşadığını sananlardır. Yüzyılların birikimi bilgilerle insan, bilimler üretti. Bu bilimlerle evrenin derinliklerini keşfetti. Her galaksiye ayrı ayrı ad koydu. Hangi kuyruklu yıldızın yeryüzünden çıplak gözle ne kadar süreyle görülebileceğini yüzde yüz doğru olarak saptayabildi. Gezegenlerin çapını ölçebildi vs.
    İnsan akıllı bir varlıktır çünkü. Şimdi sormanın tam sırasıdır bence: Akıl nedir? Anlama ve düşünme yeteneğinin bileşiminden oluşan yetiye akıl demiyor muyuz? Bir soru daha: Böylesine akıllı olan insan eğer sevginin önemini, dahası, aşkın olmazı olur yapan gücünü keşfedemediyse, hangi akıldan söz ediyoruz?
    Tarih boyunca nicesi, hiçbir canlı türünün yapamayacağı zulümleri yapmadı mı kendi türüne? Böyle olunca da bu yaratıklara insan denebilir miydi? Sevgiyi keşfedebilselerdi nice yanlış yaşanır mıydı?
    İnsan, bedeniyle değil, beyniyle insandır.
    Nicesi, Sevgi Günlüğü’nde aşkı çok iyi yazdığımı söylüyor. Bunun olanaksız olduğunu biliyorum. Bu, benim eksikliğim değil, aşkın fazlalığıdır.
    Okyanustan bir kova su alıp incelemek okyanusun bütününü anlamak için yeterli olabilir mi? Derinliklerde neler olduğunu kaç kişi görebildi? Kaç kişi bu okyanusun sularına dalıp derinlik sarhoşluğuna kapılmayı göze alabildi?
    Aşkta sürekli bir keşfetme ve çözümleme vardır. Sevenler bu gerçeğin emekçisi olabildiler mi?
    Elde edince aşk bitiyor demek, ne büyük aldanıştır.
    Saygı olmadan hangi birliktelik sürebilirdi ki? Saygının sevgiden ve aşktan daha duyarlı olduğunu anlamak gerekmez miydi?
    Bir nesneyi elde edince, artık eski öneminde değildir. Bunun ekonomi biliminde açıklaması bellidir. Ya sevgili? Bu, onun için de geçerli olabilir mi? Hani bizim canımızdan çok sevdiğimizdi? İçi boş kalmış, emeksiz “seni seviyorum”larla ne kadar aşk? Aşka bireyci bir faydacılıkla yaklaşmanın adını koyma zamanı gelmedi mi? Onların aşk sandığı, aşkın ülkesine giden yolda toz zerresi bile olamaz.
    Sevgiliyi kendilerine benzetmeye çalışırlar. Onun bir dünyası olabileceğini anlamak istemezler.
    Vitrindeki süs eşyasıyla sevgiliyi aynı görmenin aşkın kitabında yeri yoktur.
    /Durdukça yeni biçimler deniyordu. Birer kuklaydı ürettikleri. Bulduğu her biçim, kendini yadsıyordu. Aşkını anlatacak söz bulamıyordu. “Senden başkası olmayacak,” diyordu sürekli. Biçim denemeyi de sürdürüyordu.
    Binlerce yapay sevgilisi oldu, herbiriyle aslını aldattı./
    Önemli olan sahiplenmenin çıkmazına düşmeden sahip çıkmayı öğrenebilmektir. Aşkı bilenler, bu gereksinmeyi ayırt ederler.
    Sevgilinin sorunlarını benzeri görülmemiş dayanışmayla çözmeye çalışmak, aşkın ibadetidir. Sevgilinin en küçük sağlık sorunu bile sevende karabasana dönüşür.
    Felâketin eksi sonsuz, çılgınca yaşanan sevinçlerin artı sonsuz olduğu süreçte grafik eğrisi eğer bu değerler arasında gidip gelmiyorsa, aşkın yaşanabildiği söylenir mi?
    Aşk, içimizde patlamalarla yaşanırsa aşktır.
    Mecnûn, Leylâ’sının aşkından çöllere düştüğü zaman kimse anlama(z)dı onu. Saçı sakalı birbirine karışmış, gözleri sevdiğinin özlemiyle pelte pelte olmuş bir seveni kaç kişi anlayabilirdi?
    Yaşam, ona Leylâ’sının dönüp geleceğine ilişkin hiçbir güvence vermiyordu. Onu sonsuz zamanlar üzre yitirmiş olabileceğini düşünerek yanıyordu.
    Sevgiliyi yitirme korkusunu içimizde bıçak gibi saplı duyduğumuz zaman, aşktır.
    Emanet can taşıyoruz. Yaşamı birlikte doyasıya tadarak varolduğumuz sevgili, beklemediğimiz bir anda yitip gidebilir. Yaşamın bu riski süreklidir. Seven, aşkı bu korkuyla yaşar.
    Yaşam, önce sevgiyi öğretir bize, sonra aşkı. Önümüze getireceği her sınav, binlerce bilmecenin çözümü için tek şansımızdır.
    Sevdiğimize gönlümüzü veririz. Bu, bizim insan yanımızdır. Sevgili, böyle bir inceliği anlayamıyorsa, kaçınılmaz biçimde bunu belli edecektir.
    Yaşam, kaç zaman sonra gönlümüzü geri verecektir ama karşılığında bedel isteyecektir bizden. Bizim olanı bize geri vermek için bedel isteyecektir. Yeni bir aşkta mutluluğu bulmak adına ise hiçbir güvence sunmayacaktır.
    Yaşam böyle bir haksızlığı yapınca, boynumuzun bükük kalması boşuna değildir.
    Aşkta ihanet, bütün yıldızların aynı anda sönmesi kadar uzak bir olasılık olsa da nicesi yaşanmadı mı? Bu duygu sefaletine de birçok özür bularak savunmaya geçmediler mi? Asıl ihanetin “duygusal ihanet” olduğunu, bedensel aldatmaların yalnızca bir “kaçamak” sayılacağını ileri sürüp küçülmediler mi? Cinsellik karşısında bozguna uğrayan duygulara bile aşk demediler mi?
    Her insanın aşkın farkında olduğuna inanıyorum. Öyleyse, aşk adına yaşanan yanlışları anlamak gerekmez mi?
    Bazı insanlar, sevgiye inandıklarını söyleyip aşkı yadsırlar. Gerekçe olarak da “bir gün aşkın biteceğini, geriye -eğer kalırsa- sevginin kalacağını, bu durumda aşkın geçici bir saplantı olduğunu” kendilerince süslü örnekler vererek açıklarlar.
    Çevrelerinde kendilerini onaylayacak kişileri bulmaları da zor olmaz. Bu durumda, zamana, aşka ve kendi geçmişlerine karşı utku kazanmış bir komutan gibi gururlu bakışlarla konuşmayı sürdürürler.
    Bazıları bilgiç oldukları için, aslında “yürekten sevgiye” inandıklarını, aşkın ise palavradan başka bir şey olmadığını söylerler.
    Bunların etkileme gücü de çoktur. Ama dostla sevgili arasındaki farkı hiçbir zaman açıklayamazlar. Tartışmada yenilgiye razı olamayacakları için, sığ örneklerle kavram kargaşası oluşturup tezlerini işlemeyi sürdürürler.
    Sevgiye inanıp da aşkı yadsıyanların tezlerini tartışmaya bile gerek yoktur. Böceklerin bile binlerce türü olur da duyguların tekdüze olması beklenebilir miydi?
    Bilimin de kabul ettiği aşk gerçeğini yadsımak anlamsız bir kaçıştan başka bir şey olamaz. (Bu arada, bilimin aşkı kabul etmesi ne kadar önemliyse, aşka ilişkin çözümlemelerde bulunması da o kadar saçmadır.)
    Her aşkın temelinde sevgi vardır. Böyle olduğu için, dostlukların aşka dönüştüğü çok görülmüştür. Çünkü, aşkın ve dostluğun ortak paydası insan sevgisidir. Sevginin dostluk aşamasından sonra aşka yönelen birliktelikler, aşkta sonsuzluğa ulaşabilme şansını elde ederler.
    Aşkı yadsıyanların kendi tarihlerinde aşk adına yaşanmış sayısız yenilgileri vardır. Bu yenilgilerden geriye kalan öfke, onlarda aşktan öç alma duygusunu körükleyince, yanılmaları kaçınılmazdı aslında. (Aşktan öç almaya çalışmak, bir insanın beslenemediği sofrayı yıkmaya çalışmasından farksızdır. Aç kalacak olan kendisidir.)
    Aşk, çok az insanın yaşayabileceği, kendi doğasına ters düşen, dış dünyanın zorladığı bütün etkenlere direnen bütünleşmedir.
    Aşkı bilmeyenler, evliliğin aşkı bitirdiğini söylerler. Aşka ilişkin önyargılara dönüşen binlerce yanılgıdan biridir bu.
    /Bütün çiçekler güzeldi, imrendiler. Birlikte büyüteceklerdi, anlaştılar. Kadın, suyunu verecekti; adam, güneşe çıkartacaktı, toprağını havalandıracaktı.
    Günler geçti, ay oldu; aylar yıl oldu.
    Çiçek, bir süre geliştikten sonra anlamadıkları biçimde yaprak dökmeye başladı.
    Toprak değiştirildi, saksı yenilendi, olmadı. Unuttukları bir şey vardı. Belki başından beri her şey yanlıştı.
    Önce sözler tutulmadı, sonra aslında birbirlerine verdikleri hiçbir sözün olmadığını düşünmeye başladılar.
    Çiçek, yaprak dökmeyi sürdürüyordu. Kuruması kaçınılmazdı.
    Beklen(mey)en oldu./
    İnsanlar, evlilik öncesi aşkı biriktiriyorlar. Evlendikten sonra da harcamaya başlıyorlar. Üretmeden tüketmenin kaçınılmaz sonucu, ancak iflâstır. Sığ yaşam kültürüyle aşkı yaşamayı beklemek yanılgıdan başka nedir ki?
    Paylaşmanın ve emeğin erdemini kavramadan hiçbir birliktelik uzun süreli olamaz. Mutluluk aramak her insanın çabasıdır ama bunu haketmek gerekmez mi?
    İnsan bir kitapsa, sevgili, binlerce cilt kitaptır. Okuyup anlamadan söyleyecek sözümüz olur mu? Bu kadar okumaya kimin ömrü yetmiştir
    (Az önce sabah ezanı okundu. Ben sana yazmayı sürdürüyorum.
    Beni tanıyorsun artık. Ne kadar anladığını gerçekten bilmiyorum. Bazan umutlanıyorum, bazan da hiçbir zaman anlamayacağına inanıp bunalıyorum. Kendimi anlatmada yetersiz kaldığımı düşünmeye başlıyorum.
    Biliyor musun ? Bu mektubu yazarken çok sevdiğim hayalin hiç yalnız bırakmadı beni. Yazı makinamın tuşlarına birlikte dokunduk. Yorulur gibi olunca birlikte dinlendik. Öyle güzeldi(n) ki.
    Yarın bu mektubu günün ilk saatlerinde dışarı çıkıp sana göndereceğim. Geriye beklemek kalacak. En zoru bu.
    Aşkı anlatmak, suya mektup yazmaktan farksızdır kimi zaman. Ben şimdi bu dramı yaşıyorum.
    Tek bir sözün yetecektir bana. İlgisiz kalacağını sanmıyorum.)
    Çiçek yüzlüm, sevgiye, çoğunlukla aşka ilişkin saptamalarımı yazıyorum. Beni anlaman çok önemli. Üzülmene, kırılmana katlanamam. Ben kimi seversem söylerim. Aşka şans vermek adına en çok. “O sensin!” demenin sevincini yaşamak için söylerim. Aşkı doğasına uygun yaşıyorum. Yaşam beni çok yıprattı, aldırmadım. Bedenimde aşka her zaman yer vardı, vazgeçmedim...
    Aşk, kimi zaman kirpiklerimizden yüzümüze güneşin yedi rengini yansıtan kristal bir yağmur tanesi gibi düşer.
    Umudumuzu en çok yitirdiğimiz anda, karşımızda o muhteşem insan.
    /Sen sevgili, sen. Sesini her duyduğumda bir mutluluk valsiydi yaşamak.
    Yaşamdan kopardığımız bu randevularda kaç kez buluştuk. Çocukların büyümediği ülkeler düşledik gitmelerimize.
    Ama neden sustuk? Çoğul yaşamayı bilirdik de neden sustuk, söyle bana?
    Dudaklarımız ıslak kaldı her defasında.
    Vals bitti./
    Aşk, sevgiliyi uslanmaz bir çağrıyla yanımızda istemektir. Onunla beslenmek, onu beslemektir. Sevenin her şeyi sevdiği olduğu zaman, aşktır. Söylemiştim sana:
    /İnsan, varolduğu günden beri kendini arardı. Karanlıktaki çiçeğin ışığa doğru büyümesi gibi kendini arardı.
    Bu uzun ve çileli yolculuğun yaşamca güvenceye bağlanmış bir utkusu da yoktu./
    Bilinmezlere ısmarlanmış ne günlerim oldu benim, ne olurdu gelseydin...
    /Bilseydin ve gelseydin, gecikmiş zamanları anımsatmadan evrenin saati. Adı konmamış kahırların hoyrat kollarındaki çaresiz yalnızlıklarımı bilseydin. Sevseydin. Yitirmekten korkarak tutsaydın ellerimi.
    Çoğu zaman boğazımı yırtan yutkunmalarımda neleri gizlediğimi kim anlar sanıyorsun?
    Senin anlamadığını kim anlar sevdiğim?/
    Günler boyu belki hiç susmadan aşkı anlatmak vardı sana.
    /Üç günden uzun olmayan yaşam sürecinde Tanrı’yı bulmak vardı. Güzeller güzeli o Sonsuz Sevgili’yi.
    Sende seni bulmak vardı. Sende beni bulmak vardı.
    Çok yazık!.. Umuda ve aşka./
    Yürümek vardı dördüncü tür yaratıkların köpükten kalelerinin üstüne. Bir sözün yeterdi, yanılma çiçek yüzlüm, yeterdi, yıkmak için yüzyıllardır yalanlarla biriktirdikleri her şeyi birden.
    “Seni seviyorum,” deseydin, nefretin nasıl eridiğini birlikte görürdük, sevenlerin tenine düşen bir buz parçası gibi, ansızın.
    /Suya yazılan mektuplarda kaldı sözlerimiz.
    Mektupların da yazgısı olurdu. Suya yazılan mektuplarda kaç sevenin ahı kaldı, kimbilir?
    Bütün adresler yitiktir şimdi./
    Çok zaman böyle geçti, aşk için neler yazılmadı ki.
    Her yeni söz, gökyüzünden yıldız kaçırmak gibiydi...
    /Bilge, binlerce yaşındaydı. Tuzluydu saçları, ıslaktı.
    Yedi deniz bilirdi, yedi iklim görmüştü. Çelik gibiydi gözleri. Yazdı ve sustu:
    “Aşkın köşkünde oturabilseydim eğer, tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün kralların saltanatlarına değişmezdim.
    Aşktan başka ne varsa, herbiri, çürümüş teneke uygarlığının insanlığın aynasında gittikçe küçülen sözcülerinin birer palavra dizgesidir.
    Yeryüzünün olanca serveti sevgilinin tek tel saçıyla karşılaştırılınca kırık bir cam parçasından daha değerli olamazdı da ben, içimdeki aşkı kimselere anlatamaz oldum sonunda.
    Ya aşk, ya hiç. Çünkü aşk, yaşamın en gerçek kendisidir...”/
    Yanlışlar inanılmaz bir hızla kendini yok ediyordu. Gerçek yaşananlar olsa da çözümsüz bilmecelerde kaç seven, yazılmamış anılarda kaldı. Öylesine çaresiz./
    Sesimi unuttum masallarda. Kurutulmuş gül mevsimidir, bir kez daha.
    (Pencerem yine açık. Dışarıda bildik bir ilkyaz esintisi var. İnsanların sevinci var, umudu var. Ben, kahırla özdeş yaşamaktan bunaldım iyice. Senin varlığında aşkın kendi doğasından gelen ya da toplumun zorladığı her şeye razıydım. Ya şimdi?
    Dile gelseydim de bu aşkı gözyaşlarımı tutmak gereği duymadan saatlerce konuşup anlatmayı deneseydim, kaç kişi bilirdi beni? Kaç kişi dudak bükmeden sonuna kadar dinleyebilirdi? Kim anlardı?
    Gönül, umduğuna küserdi ama ben sana nasıl küserim? Seni senin için sevmişken, tek yaşam kaynağım sen olmuşken bunu nasıl yaparım?
    Çiçek yüzlü sevdiğim! Lütfen sen anla bu trajediyi. Yüzümü ısıtan ellerin dokunuşunu ne çok özledim.
    Mektubunu kaç kez okudum, saymadım. Senden bana ulaşan her nesne, sensin.
    Mektubunun sonuna çizdiğin resim, Abidin Dino’ya inat, mutluluğun resmidir. Yanındaki insan ben değilim, biliyorum. Ama bu resim yine de mutluluğun resmidir. Senin mutluluğunun. Ben bunu öyle çok istedim ki. Senin beni sevmenden de çok -aşkta payıma düşen de buydu-.
    Alacakaranlık. Gökyüzüne bakıyorum. Kapalı.
    Bu gece yıldızları göremedim. Bu, bana tuhaf bir hüzün verdi. Biliyor musun? Bizim ortak gördüğümüz yalnızca gökyüzüdür. Her gün aynı güneşe göz kırpıyoruz. Aynı yıldızlarda üşüyoruz.
    Uzaklarda seni sevmek beni bitirir mi, yoksa seni kendimle üretir, yine varolur muyum dersin?
    Şu anda önümde duran masayı paramparça etmek geliyor içimden. Masaya gereksinmen olduğunu, iki büklüm çalıştığını söylemiştin. Beline ağrılar giriyor biliyorum. Bunalıyorsun, sıkıntı çekiyorsun, üzülüyorsun. Her şeyi biliyorum.
    Bir süre sonra masan olacak, üzülme. Hiçbir şeyden yoksun kalmayacaksın. Bileceksin ki sana elini uzatan, senin için canını vermeye çoktandır gönüllüdür. Beni kırmayacaksın. Senin için çırpınmalarımı anlayacaksın.
    Bilsem ki sana yardımcı olmak için sırtımda taş çekmem gerekiyor, asla, “Hayır!” demeyeceğim. Karşılığında gül dudaklarında bir gülümseme olsun, bana yetecektir.
    İnsanların yanında başını öne eğmene duyarsız kalamam.)
    Ne tuhaf değil mi? Ruhumuz aşkla zenginleşirken, bedenimiz bu aşkın kahrıyla eriyor. Çelişki mi sence?
    /Bedenim yokluğunun kahrıyla erirken, içimdeki sen çıkacaksan ortaya bütün güzelliğinle, ben buna çoktandır razı değil miyim sanıyorsun? Sormadın ki./
    Üç günlük bir dünyada aşkı tatmadıktan sonra, yaşamak, aykırı bir varoluştu.
    İlk kez “Seni seviyorum,” dediğim zaman susmanı beklemiyordum ama sen susarken de sevgiliydin, inandım.
    /Sevgili, binlerce insan arasından gönül gözüyle seçip ayrı bir kimlik verdiğimizdi.
    Her sözü büyü olan, dokunduğu her şeyi kutsallaştıran, bütün varlığımızla yöneldiğimiz görkemli insandı./
    Gel sevdiğim! Çiçek yüzlüm olduğunu söyle. Beklediğim sevgili olduğunu söyle. Yaşam boyu sürecek bir aşk vadediyorum sana. Yitirmekten korkmalarımı vadediyorum. “Seni seviyorum,” derken beynimin bütün hücreleriyle konuşmalarımı, ölümüne korumalarımı vadediyorum. Sana seni ve kendimi vadediyorum.
    Gel sevdiğim! Bir sevgilinin nasıl sevilebileceğini aşkın tarihine yazdırmama izin ver. Ki sen benim kaç zamandır beklediğimsin. Ses vermeyen duvarlardaki hayallerde birçok gece tadımlık yaşadığım sevgilisin. Özlediğimsin.
    /Ortaçağ zindanlarında günyüzü görmeyi bekleyen bir mahkûm gibiyim, kilit kilit üstüne.
    Yokluğunda her yer küf kokar, gözlerim duvarlardan nemlidir./
    Neler sordular bana... Beni sorduklarını sandılar da bütün sorular sana çıkıyordu sonunda.
    İçimdeki seni incitirler diyedir, sustum.
    /Nice anahtar denediler, şifreyi bilmezlerdi.
    Yanılmaktan başka seçenekleri yoktu.
    Kelebekler uçurdum sana doğru, umut sandım. Hiçbiri seni bilmezmiş, aldandım.
    Ben beklerim de ömür sınırlıdır, bir gün bedenler düşer toprağa. Çaresizlik varsa, budur./




    Kenan Kalecikli​
     
  2. sha.

    sha. ..daha çirkin, daha huysuz

    (Bugün, Cemil Meriç’in Jurnal adlı kitabından sevdiği kadına yazdığı mektupları okudum. Özlem, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Bedenine ilmek ilmek işleyen aşkı sevdiğine yansıtırken, onu bütün değerlerinin üstünde tutmuş.
    Yer yer sevgiliyi ilâhlaştırmış, yalnızca bu bölümleri aykırı buldum. İnsana duyulan aşk, sonsuz aşktaki sevgiliye -Tanrı’ya- yürüyüşte en önemli aşamalardan biridir.
    Mecnûn, Leylâ’sının aşkıyla yanarken, babası, Leylâ’yı başkasına verir. Ama Leylâ evlendiği adama eş olmaz. Bir süre sonra kocası ölür. Leylâ, Mecnûn’u aramaya başlar. Bir gün karşılaşırlar. Mecnûn, yıllardır görmediği o görkemli insanın -âşıkların gözünde bütün sevgililer görkemlidir- yüzüne bakıp, “Hayır! Sen Leylâ değilsin,” der. “Eğer sen Leylâ’ysan, benim içimdeki Leylâ kim?”
    Her aşkın ilâhî aşka dönüşmesi beklenemez. Aşk çok çileli bir süreçtir çünkü. O Sonsuz Sevgili’ye ulaşabilmenin öyle çok sınavı var ki bu sınavları aşabilmek için gereken derinliği her âşıktan beklemek yalnızca iyimserliktir.
    İnsana özgü değerlerin temeli sevgidir. Yaratılanı Yaratan’dan dolayı sevmenin önemini anlayamayanlar, ancak dördüncü tür yaratıklardır.
    Tanrı’yı arayan insanı O’na ulaştırabilecek biricik yol, gönüldür. İnsanın gönül yıkarak, başka anlatımla yürüdüğü yolu tahrip ederek gidebileceği yer, insana özgü değerlerin zerresini barındıramayan sefillikler ülkesidir. Duygu sefaletiyle nereye kadar insanlık?
    Günümüzde ilişkiler çıkarsız yaşanamaz olduysa, bu, sevgiyle hiçbir ilgisi bulunmayan aykırılıktır. Yazık! Ne çok aldandılar. Teneke uygarlığının çelik pençesinde soluk alıp vermeyi yaşamak sandılar. İçlerinden geldiği gibi davranmayı -üstelik insanların en duyarlı yanlarını kanatarak- özgürlük sandılar da uygarlık olarak sunulan tükenişin farkına varamayacak kadar köleydiler.
    Teknoloji ilerledikçe insanın artan bir hızla dördüncü tür yaratığa dönüşmesi ne tuhaf bir çelişkidir. Halk arasında, “İnsanlık kalmamış,” biçiminde özetlenen traji-komik bu çelişkide insanlık tarihinin binlerce yıldan beri birikerek günümüze kadar uzanan aldanışı vardır.
    Uygarlığın temelinin sevgilerde olduğunu, ancak aşk boyutuyla, maddî hiçbir değer ölçüsüyle tartılamayacak servete ulaşabilmeyi düşünemeyen yaratıklar, yalnızca “dördüncü tür” olabilirlerdi.
    Mecnûn, Leylâ’ya duyduğu aşkla Tanrı’ya ulaşamasaydı da büyüktü. O’na giden bu yolda çakıl taşı olmak bile bedeninde can taşıyan her insan için onurdur.
    “Hüsn, şu yanıtı verdi: ‘Kabilenin sözüne kulak ver. Onlar ne karar verirlerse, benim kararım da odur, darılma.’
    Kabilenin büyükleri hep birlikte ona istediklerini bildirdiler: ‘Düşün ki hep birbirimizi tanıyoruz; hepimiz aşka tutulmuş, perişanlığa düşmüşüz. İddiamızda bir düzen var sanma. Git, kabilemizden Kays’a -Mecnûn’a- da sor.’
    Aşk, yolun sonunun nereye varacağını anladı. Sözle savaşmayı kesti. ‘Ne yapmamı istiyorsanız buyurun. İşte ondan sonra belâya, sıkıntıya hazırım ben.’
    ‘Durma, Kalp ülkesine doğru yola çık. Kalb’in yoluna canını, başını koy. O kentte bir iksir bulunurmuş yolu çok tehlikeli ve belâlıymış. Gam harabesi bin yıllık yolmuş, ondan sonra da matem sarayı. Tanrı yardım eder de geçersen, Kalp kentinin suyunu içersin. Oradaki iksiri ele geçir; işte, gel burada Hüsn’e kavuş.’
    Yukarıdaki metni Şeyh Gâlip’in “Hüsn ü Aşk” adlı yapıtından aktardım. İlâhî aşkı insana duyulan aşkın merceğinden bakarak işliyor.
    Aşk, böyle bir çile kapısıyken bana yapacağın her zulüm, yaşamın beni sınaması sayılır. Seni yitirdiğim yerde Kalp ülkesine -Sonsuz Sevgili’ye- ulaşacaksam, “Canım sana feda olsun!” Bir kez daha.)
    Gel sevdiğim! Uzat elini bana. Günü gelince gerekirse senin için gözümü kırpmadan nasıl can vereceğimi gördüğünde ağlama ama. Sen hiç ağlama.
    Varolduğum kadar, varolduğun kadar gerçektir ki seni seviyorum.

    (Sevgiliye-Suya Yazılan Mektuplar adlı kitabıntan...)​
     

Bu Sayfayı Paylaş