Türkülerimiz ve Hikayeleri

'Hikayeler, Efsaneler ..' forumunda ...... tarafından 6 Eyl 2009 tarihinde açılan konu

Konu etiketleri:
  1. ......

    ...... Misafir



    HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ
    TÜRKÜLERİMİZ VE HİKAYELERİ
    Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç asker'de vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez. İstanbul'da kalır.

    Hastane önünüde incir ağacı

    Doktor bulamadı bana ilacı

    Baştabib geliyo zehirden acı

    Garip kaldım yüreğime dert oldu

    Ellerin vatanı bana yurt oldu

    Mezarımı kazın bayıra düze

    Benden selam söyleyin sevdiğim gıza

    Başına koysun karalar bağlasın

    Gurbet elde kaldım diye ağlasın​
     
  2. ......

    ...... Misafir



    Misket ufacık tefecik bir elma türü... Huriye de Ganizadeler'in ufakcık tefecik şipşirin kızlarının adı. Huriye sık sık evlerinin önündeki elma ağacına tırmanır yolu gözler; sebep Osman Efe...

    Ankara'nın sayılı efelerinden Osman genç yakışıklı geniş omuzluburma bıyıklı... Huriye'nin gönlü bu Osman Efe'de. Osman Efe evin önünden geçiyor; Huriye atlıyor bahçeye tırmanıyor misket ağacına. İkisinin de yüreğinden ılık bir şeyler akıyor. Osman Efe Huriye'yi adıyla çağırmıyor hiç ''misket'' diyor Huriye'ye.

    Yörenin ünlü ağalarından Kır Ağa bir gün Huriye'yi su doldururken görüyor çeşme başında. Aradan bir hafta geçmeden Kır Ağa Huriye'yi istetiyor. Babası ''Kır Ağa yiğit insandır malı mülkü yerindedir'' diyerek Huriye'yi vermek ister. Annesi Huriye'nin ağzını arar fakat Huriye ''ölsem Kır Ağa'ya varmam'' cevabını verir.

    Huriye akşamı zor eder. Bahçeye çıkıp Osman Efe'nin yolunu gözler. Uzaktan atını görünce tırmanıp çıkar elma ağacına. Durumu bildirir Osman Efe'ye.

    Osman Efe çılgına döner. Kır Ağa'ya haber gönderir ''Kendini sever sayarım. Yiğit kişi bellerim. Yolumdan çekilsin. Sonu iyi olmaz'' der. Haberi Osman Efe'den Kır Ağa'ya götürenler bire bin katarak anlatırlar ''Osman diyor ki Kır Ağa kim oluyor da benim yavuklumu alacak. Leşini sararım'' diye...

    Kır Ağa ''Demek dünkü çocuk bize meydan okuyor. Kendine güveniyorsa karşıma çıksın'' diye Osman Efe'ye haber gönderir. Tabii haberi götürenler Osman Efe'ye de bire bin katarak anlatıyorlar. Osman Efe Kır Ağa'ya Kır Ağa Osman Efe'ye kinlenir. Sonunda kıran kırana kavga etmeye sağ kalanın Huriye'yi yani Misket'i almasına karar veriyorlar.

    Belirlenen gün ve yerde karşılaşıyorlar. Bıçaklar çekiliyor. Huriye ise durumu merakla bekliyor. Çıkmış elma ağacı üstüne yoları gözlüyor. Bir yandan da Osman Efe için dua ediyor. Osman Efe ise Kır Ağa karşısında aslanlar gibi dövüşüyor. Kır Ağa birden duruyor. ''Benimle böylesine boy ölçüşen yiğide ben kıyamam. Koç olacak kuzuya bıçak çekemem. Vur bıçağını bağrıma. Misket senin olsun'' diyor. Osman Efe önce şaşırıyor sonra oda bıçağını yere atıyor ve koşup ellerine sarılıyor Kır Ağa'nın.

    Kadın-kız da yollara dökülmüş uzaktan görünen kalabalığı bekliyor. Misket ise çıktığı elma ağacında duramıyor heyecandan. Daldan dala geçip gelenleri seçmeye çalışıyor. Derken kalabalık yaklaşır önde Kır Ağa arkasında kalabalık. Gözleri Osman'ın arıyor göremiyor. Birden başı dönüyor gözleri kararıyor tepe üstü ağaçtan aşağı düşerek cansız yere yığılıyor.

    Çok geçmeden kalabalık elma ağacına ulaşınca bir feryattır kopuyor. Osman Efe sığmıyor oralara. Kadınlar kızlar perişan. Misket kızın yani Huriye'nin hikayesi dilden dile dolaşıp türkü oluyor.


    Güvercin uçuverdi
    Kanadın açıverdi
    Elin oğlu değil mi
    Sevdi de kaçıverdi

    A benim aslan yarim
    Duvara yaslan yarim
    Duvar cefa götürmez
    Sineme yaslan yarim

    Güvercinim uyur mu
    Çağırsam uyanır mı
    Yar orada ben burda
    Buna can dayanır mı

    A benim hacı yarim
    Başımın tacı yarim
    Eller bana acımaz
    Sen bari acı yarim

    Caminin müezzini yok
    İçinin düzeni yok
    Çok memleketler gezdim
    Misget'ten güzeli yok

    Daracık daracık sokaklar
    Misget şeker topaklar
    Pul pul olsun dökülsün
    Seni öpen dudaklar

    Caminin ezan vakti
    İçinin düzen vakti
    Ben Misget'i yitirdim
    Sonbahar gazel vakti

    Gökte yıldız sayılmaz
    Çiğ yumurta soyulmaz
    Üçer avrat almayan
    Hiç erkekten sayılmaz​
     
  3. ......

    ...... Misafir



    Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının yeşillik etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır hayatlarını bu yoldan sağlarlardı. Bu ozanların çoğunluğunu Sorgun ilçesindeki ozanlarımız oluşturmaktadır.

    Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış ahu gözlü sürmeli kaşlı ay yüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey ailesini salarak babasından sevdiğini istetir mağrur adam kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler ağalar girer ama boşuna bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

    Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beşçamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediği işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.




    Dersini Almış Da Ediyor Ezber
    Dersini almış da ediyor ezber
    Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler
    Aman aman ben yarelendim aman

    Bu dert beni iflah etmez del'eyler
    Benim dert çekmeye dermanım mı var
    Aman aman sürmelim aman

    Kaşın çeymelenmiş kirpik üstüne
    Havada bulutun ağdığı gibi
    Aman aman ben yarelendim aman

    Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış
    Yağmurun güllere yağdığı gibi
    Aman aman sürmelim aman

    Yozgat'ı sel almış Soğluk'u duman
    Sıtkınan severim billahi inan
    Aman aman ben yarelendim aman

    Ölünce mezara girdiğim zaman
    Ben susuyum kemiklerim söylesin
    Aman aman sürmelim aman
     
  4. ......

    ...... Misafir



    YÜKSEK YÜKSEK TEPELERE

    Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
    Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
    Annesinin bir tanesini hor görmesinler

    Uçan da kuşlara malum olsun
    Ben annemi özledim
    Hem annemi hem babamı
    Ben köyümü özledim

    Babamın bir atı olsa binse de gelse
    Annemin yelkeni olsa uçsada gelse
    Kardeşlerim yollarımı bilsede gelse


    Çok eski bir söylentiye göre Malkara köylerinden birinde Zeynep adında çok güzel bir kız vardr. Onun güzelliği dillere destandır .

    Günün birinde Zeynep´in köyünde büyük bir düğün olur.Bu düğüne çevre köy ve kasabalardan insanlar cağrılır.oyunlar eğlenceler yapılır.Gösterilerin en önemliside at yarışlarıdır . Bu düğüne üc gün üc gece yol teperek gelen Ali adında bir genç iyi bir at yarışçısıdır.Bu gencin gözü bir ara Zeynep´ e ilişir ..Yüreğinde sıcak nehirler dolaşmaya başlayan Ali köyüne döndüğünde durumu babasına açar aldığı olumlu cevap karşısında aile büyükleri ile Zeynep´i istemeye gelirler.

    Kız babası-anası kızlarını uzak yere vermek istemeselerde kısa zamanda düğünleri olur..
    Zeynep gelin olduktan sonra yedi sene ailesini kardeşlerini ve köyünü göremez ...
    Tüm yalvarmaları boşa giden Zeynep´in yüreğindeki hasret günden güne büyüyerek dayanılmaz bir hal alır.
    Zeynep artık teselliyi Türkülerde bulur .Ezgiler yakmaya başlar .Kına gecelerinde ve düğünlerde söylediği türkülerle gelinleri kızları büyüler..

    Zeynep´in evi köyün en yüksek tepesindedir türkülerini oradan söyler..
    Kocası Zeynep´in hasretine aldırış etmez sevgisi çoktan bitmiş itip kakmalar başlamıştır ..
    Zeynep kocasının bu tutumundan yataklara düıer ...Sonunda köy halkı Zynep´in anne ve babasının gelmesine karar verir kocasının da baska çaresi kalmamıştır ..
    Uzun yolculuktan sonra Zeynep´in anne ve babası gelirler ..Zeynep son nefesinde yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar türküsünü anasına babasına mırıldanır .Çevresindeki tüm insanlar duygulanıp göz yaşı dökerler .
    Hasretini biraz olsun gideren Zeynep için çok geç kalınmıştır .O bir daha yataktan kalkamaz.Türküsü de o günden bu güne söylenip durur.​
     
  5. ......

    ...... Misafir



    Tekirdağ'ın Kayı köyünden genç bir kız ve bu kızın bir sevgilisi vardır. Fakat kızın ailesi istemeye geldiklerinde kızlarını bu gence vermezler. Aynı köyden bir başka genç ile kızlarını evlendirmeye karar verirler. Düğün günü gelip çatar ve kına gecesi geline kına yakılır. Gelin bu evliliğe karşı olduğu için ertesi gün sabaha karşı herkes uykuda iken kendini denize atar. Halk arasında genç kızın arkasından sevgilisinin de kendisini öldürdüğü söylenmektedir.


    ARDA BOYLARINDA KIRMIZI ERİK


    Arda boylarında kırmızı erik
    Halime'nin ardında on yedi belik

    Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni
    Şu genç yaşta denizlere attın ya beni

    Alıverin feracemi anneciğim diksin
    O gıymatlı İsmail’ e kendisi gitsin

    Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni
    Şu genç yaşta denizlere attın ya beni

    Uy uyan Recebim senin olayım
    Ardalar aldı ya nerde bulayım

    Arda boylarına ben kendim gittim
    Dalgalar vurdukça can teslim ettim

    Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni
    Şu genç yaşta denizlere attın ya beni
     
  6. ......

    ...... Misafir



    Dillerden düşmeyen türkülerimizden birisi de "Bir Cigara İç Oğlan" dır. Bu türkü de Siverek'e ait yer adları yörenin şivesi ve deyimleri bulunduğu için başka yörelere mal edilmesi mümkün olmamıştır.

    Siverek'in meşhur mevkiilerinden Hacı Pınar düzünde dükkanı olan Bakkal Mahmud'un güzel mi güzel bir kızı vardır.

    Olayın yaşandığı dönemde Siverek'te bulunan Süvari alayında askerlik görevini yapan bir genç Hacı Pınarındaki Bakkal Mahmud'un dükkanının önünden geçerken babasına yardım için dükkanda bulunan kızı görünce mıhlanır kalır.
    Gözü kızdan başka birşey görmez olur. Kız da bunun farkına varır. Asker bundan sonra sık sık alışveriş bahanesi ile oradan gelir gider. İki genç birbirine vurulmuşlardır. Gençlerin tavırları komşularının da dikkatini çeker. Kizin babası da işin farkına varır. Asker kızı babasından ister. Ancak bu yabancı gence verecek kızı yoktur babanın. Kız derdini türküye döker ve oğlana "Şimdi söyleyeceklerini duyunca üzülmemesi için" "Bir cigara(sigara) iç oğlan" iç ki üzüntün biraz azalsın "Gel kapıdan geç oğlan" "Beni sehen(sana) vermezler" boşuna uğraşma beni sana vermezler der. Bu sevdaya dayanamazsın erimeni ve yıkılmanı istemiyorum. "Bu sevdadan geç oğlan" diye sevdiğinin umudunu kesmesini ister. Oğlan ise içindeki sevda ateşini "Hacı Pınar'ın düzü felek ayırdı bizi" deyip kızı vermeyen anne babayı feleğe benzeterek sitemini dile getirir. "Bakkal Mahmud'un kızı yaktı yandırdı bizi" dizeleriyle bu sevda ateşinin yüreğini yakıp kavurduğunu dile getirir. Kız ise oğlanın kendisine de sitem ettiğini sanarak "Oğlan seni seviyem kimselere demiyem" diyerek oğlana sevdalı olduğunu belirtir. "Anam babam vermiyor da onlara edemiyem" sözleriyle istemeyenin kendisi olmadığını anasının babasının vermediğini ve onlara da gücünün yetmediğini anlatmaya çalışmaktadır.

    Nihayet babasının kızı vermeyeceğini anlayınca kızla anlaşarak kaçmaya karar verirler. Sözleştiği bir gece kızı atına attığı gibi kaçırır ve kendi memleketine götürür. Araya yıllar girer. Çoluk çocuk derken barışırlar. Daha sonra Şanlıurfa'nın Ceylanpınar ilçesine yerleşirler. Hayatlarının sonuna kadar burada yaşarlar.



    Bir Cigara İç Oğlan

    Bir cigara iç oğlan
    Gel kapıdan geç oğlan
    Beni sehen vermezler de
    Bu sevdadan geç oğlan di gel gel

    Oğlan seni seviyem
    Kimselere demiyem
    Anam babam vermiyor da
    Onlara edemiyem di gel gel

    Hacı Pınar'ın düzü
    Felek ayırdı bizi
    Bakkal Mahmud'un kızı da
    Yaktı yandırdı bizi di gel gel

    Kekliğim avla beni
    Dağlara salma beni
    Gece yanında uyut
    Gündüzler bağla beni di gel gel ​
     
  7. ......

    ...... Misafir



    "Gaziantep" dendi mi ne düşer aklınıza? Yiğitlik mi Antep fıstığı mı baklava mı?

    Bana bunların yanısıra folkloru anımsatır bu sevilesi ilimiz. Kızlı-erkekli halk oyunları gelir gözümün önüne; dizgisi de ezgisi de sağlam türküleri gelip konar dilimin ucuna. Dalar gider; Antep türkülerinde Muzaffer Akgün'ü Lohan'lı Ökkeş'i Şerif Akbağ'ı dinler gibi oluyorum: "Antep'in etrafı gül ile diken ayrılıktır benim belimi büken" ya da anlı-şanlı "Karayılan". Sonra öyküye sığmayıp türküleşen; ağzınıza layık bir çorbaya bile ad olan "Ezo Gelin" Antep yöresinde anıldığı adıyle "Özey Gelin".

    Bu ünlü ve paylaşılamayan halk türkümüzün öyküsünü kalemimin döndüğünce özetlemek istiyorum size. Hemen belirteyim: Bu konudaki bilgileri Kilis'li folklor uzmanı dostumuz Mazlum N. Kılıçkıran'la birlikte taradığımız Barak ovası köylülerinden; Gaziantep kültürünün rakipsiz avukatı Cemil Cahit Güzelbey'den; Gaziantep Kültür Derneği Başkanı Hulusi Yetkin'den ve Gaziantep folkloru konusunda çok değerli yapıtlar ortaya koyan Mehmet Solmaz'ın "Ezo Gelin" adlı kitabından aldım.

    Asıl adı "Zöhre" olan Ezo Gelin 1909'da Oğuzeli ilçesinin Uruş köyünde doğdu. Babası Bozgeyikli oymağından Emir Dede anası Elif'tir. Nüfus kaydında halen bekar görünen Ezo'nun üçü erkek üçü kız altı kardeşi daha vardır.

    Ezo erken gençliğinden itibaren güzelliğiyle dikkatleri üstünde topluyordu. O kadar ki; düğünlerde gözler gelinden çok onun üzerinde gezinirdi. Ezo'yu birçok zenginin yanısıra (o zamanki) Halep (ilimiz)in Carablus ilçesinin Kozbaş köyünde oturan teyz'oğlu Memey (Mehmet) istiyordu. Takdirde yazılan tedbirde bozulmazmış; Ezo'nun ilk evliliği ne bu ağalardan biriyle oldu ne de teyz'oğluyla...

    Anlatanlar Ezo'nun güzelliğini nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Öykümüze geçmeden Ezo'nun güzelliği üstüne dillerde dolaşanları özetlemeye çalışalım:

    -Öylesine güzelmiş ki Ezo; görenler iki yanağına birer elma oturtulmuş sanırlarmış.
    -Öyle güzelmiş ki Ezo bakanlar bakmaya doyamazlarmış.
    -Öyle güzelmiş ki bir yaz günü kapısını çalıp bir kap ayran isteyen gurbetçi bir çerçi Ezo'nun güzelliği karşısında şaşalayıp Ezo'nun uzattığı ayran tasını yere düşürüp kırmış.
    -Öyle güzelmiş ki Ezo; gülümseyerek bakmasıyla düşmanları barıştırırmış
    -Öylesine güzelmiş ki Ezo; olursa o kadar olurmuş...

    Ezo'nun güzelliği söyleyen dillere söylence (efsane) olurken Barak ovasında bir genç adamın adı dillerde dolaşır olmuştu. Bu komşu Beledin köyünden "Şitto" Hanefi Açıkgöz'dü. Şitto'nun bağlaması akarsulara "Siz şırıldamayın ben şırıldayım"; sesi de bülbüllere "Siz şakımayın ben şakıyayım" diyen cinstendi. Tekmil Barak ovasında düğünler kambersiz oluyordu da Şitto Hanefi'siz olmuyordu. O sıralar Hanefi 30; ay'a "Sen doğma ben doğayım" diyen güzeller güzeli Ezo da 20 yaşlarındaydı.

    Gün o idi ki; Uruş köyünde Hacı Mamuş'un düğünü vardı. Düğüne Zöhre (Ezo) de Şitto da çağrılıydılar elbet. Düğünde tüm gözler gelini de güveyiyi de unutup Ezo ile Şitto'yu izledi. Şitto Ezo'ya gönlünü kaptırdı. Şitto Hanefi'nin gönlüyle kafası aynı telden çalıyordu. Bu nedenle Ezo'ya dünür yolladı.
    Hanefi ala ala "Düşünelim"cevabı aldı.

    Araya acımasız zaman girdi. Bu ara Şitto kendi köyü Beledinden Mehmet Örtürk'le yörenin töresi olan "Değişik" uygulamaya karar verdi. (Bu töreye göre bir erkekhısımlarından bir kızı bir arkadaşına verir arkadaşının hısımı bir kızı alır. Böylece iki tarafta çevrede "Kalın" diye anılan başlıktan kurtulmuş olur.) Şitto halası Hazik'i (Hatice'yi) Mehmet'e verecek; buna karşılık Mehmed'in kızkardeşi Selvi'yi alacaktı. Araya girenler girdi; bu "Değişik" gerçekleşemedi. Öyle ki; Şitto Hanefi eş-dostla acı-yüz (yani onların yüzüne bakamaz) oldu.

    Derler ya; "İnsan sarayda olmamalı. Saray insanda olmalı..." Şitto'nun doğru dürüst evi bile yoktu ama yüreğinde Ezo geziniyordu. Eşin dostun araya girmesiyle Ezo Şitto'ya çatıldı. "Ele gelin gelir bize kalın gelir" demişler. Bu evlenmede Şitto'ya kalın (başlık) da gelmeyecekti. Çünkü Şitto Ezo'yu almasına karşılık Ezo'nun ağabeyi Zeynel'e halası Hazik'i verecekti. Alan razı veren razı....

    Güzün ortanca ayında iki düğün birden kuruldu. Şitto'yla Ezo'nun düğünü Beledin köyünde; Zeynel'le Hazik'in düğünü Uruş'ta kuruldu. Zurna öttü davul vuruldu... Alındı verildi; iki köyde gerdeğe girildi. Sen sağ ben selamet. Bu demektir ki iki köy de iki mutlu yuva kuruldu.

    Şitto ile Ezo sizlere layık bir mutlu yaşamı sürdürüyordu. Ağızlarının tadı yerindeydi yani. Gel gelelim mutlulukları göze geldi.

    Daha doğrusu aralarına arabozucular girdi. Yemediler - içmediler dedikodu yaptılar. Atalarımız "Söz taşıma taş taşı" demiş ama bazı kendini bilmezler söz taşıdılar. Hatta kendileri söz uydurup getirdiler götürdüler...

    Bir harman sonu evlenmişlerdi; ikinci harman sonuna dek birlikte yaşayamadı Şitto ile Ezo Şitto öykülerini bir cümlede özetler. "Kötü talih geç buldum; tez yitirdim..."

    ŞittoEzo'yu boşayınca "Değişik" töresince halasıHazik de geri döndü. Şitto Hanefibu acı ayrılışı da yarısının ağzından şöyle anlatır; "Bizim böyle olmamız dostlarımızı acındırıyordüşmanlarımızı sevindiriyordu."

    Efsanesel güzel Ezo Şitto Hanefi (Açıkgöz) den ayrıldıktan sonra altı yıl dul kaldı. Yörenin ağızbirliği etmişcesine anlattıklarına göre Ezo bu süre içinde daha bir serpildi daha bir güzelleşti. Öyle ki; görenin gözü kalırdı. Nasıl anlatmalı; O bir ışıktı da tüm erkekler onun çevresinde pervane kesilmişlerdi.

    Genç-yaşlı zengin-fakir nice talibi çıktı Ezo'nun. Her talibi tek tüy isteyen Hz. Süleyman'ın önünde tüm tüylerini döküverdiği söylenen yarasa örneği neyi var neyi yoksa önüne seriyorlardı Ezo'nun. Ezo tam altı yıl evlenme önerilerini geri çevirdi.

    Sonunda ailesinin de ısrarı üzerine kendisine genç kızlığından beri talip olan Teyz'oğlu Memeyle evlenmeye yanaştı. Türkmen oymağından olan Memey Suriye'nin Carablus ilçesinin Türkiye sınırına yakın Kozbaş köyünde oturuyordu.

    Ezo 1936 yılının güzünde Uruş'tan Kozbaş'a gelin gitti. Bu evliliği de değişik töresine göre olmuş; onu alan Memey bacısı Selvi'yi Ezo'nun ağabeyi Zeynel Bozgedik'e vermişti.

    Ezo'yla Meme'yin iki kızları oldu. İlki fazla yaşamadan öldü. "Celile" adlı ikinci kızları halen sağdır ve Suriye'de yaşamaktadır.

    Ezo'nun ikinci kocasıyla geçimi yerindeydi. Ne var ki; "Gurbet" denilen bir ateş yüreğini yakıyordu da. Türk köylüsü "Çalının ardı gurbet" der. Ezo da Kozbaş'tan Türkiye'yi Uruş'u görüyordu. Hatta ara sıra doğduğu köye gidip geliyordu ama bunlar özlemini azaltmıyor pekiştiriyor dayanılmaz hale getiriyordu. Yakınları onun "Vara öleyim tek yurdumda kalaydım" dediğini anlatırlar.

    Ezo bir de "Göreceksiniz gurbetlik beni öldürecek" der ve öldüğünde hiç olmazsa Türkiye'yi; Uruş köyünü görecek bir yere gömülmesini dilerdi.

    Dediği de oldu. Suriye'ye gidişinin yirminci yılında 1956 güzünde Ezo yatağa düştü. Hastalığının ince hastalık (verem) olduğunu herkes gibi kendisi de biliyordu. Ezo kızı Celile'yi yatağının başından ayırmak istemiyordu. Ecelle kavil gününün gelip çattığını anlıyor tek avuntuyu güzel kızı Celile'de buluyordu.

    Ve Ezo Gelin güz yağmurlarının düştüğü bir cuma yatsı vakti son soluğunu soludu.

    Eşi ve yakınları vasiyetini dikkate alarak onu; arasıra tepesine çıkıp yaşlı gözlerle Türkiye'yi seyrettiği Bozhöyük'ün en yüksek noktasına gömdüler.

    Mezarı oradadır şimdi... O kum ülkesinde.

    Kaynak: Öyküleriyle Halk Türküleri (Notalı) - Hamdi Tanses


    Cemil Cahit Güzelbay
    Gaziantep



    Ezo Gelin 1

    Ezo gelin benim olsan seni vermem feleğe
    Güzel yosmam başın için salma beni dileğe
    Anası huridir de kendi benzer de meleğe
    Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle

    Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle
    Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel

    Ezo gelin çık Suriye dağlarının başına
    Güneş vursun da kemerinin kaşına kaşına
    Bizi kınayanın bu ayrılık gelsin başına başına
    Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle

    Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle
    Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel​
     
  8. ......

    ...... Misafir



    Ahmet Abdal Deresi'nin kıyısındaki yoksul köylülerden birinin oğluydu. Kara sevdası karşılık bulmuş Melek ona kalbini açmıştı. Nişanlandılar ve Ahmet askere gitti. Ağa oğlu Mehmet Ali Melek'e göz koydu. Melek Mehmet Ali'yi reddedince ağa oğlu ve adamları tarafından dağa kaldırıldı. Kötü haberi alınca firar eden Ahmet silahını alıp yollara düştü. Gece gündüz Melek'i aradı. Bir gün yağmur yağdı Yeşilırmak taştı. Çarşamba bir anda göle döndü. Sel Canik Dağları'ndan aşağı bir çığ gibi önüne kattığı herşeyi sürükledi. Selin ardından hayat yeniden normale döndü. Abdal Deresi'nin Yeşilırmak'a döküldüğü yerde ahali toplandı. Derenin nehre bağlandığı yerdeki kayanın üstünde selin getirdiği iki kişinin cesedi görüldü. Cesetler Melek ve Ahmet'e aitti. Elele tutuşmuş öylece yatıyorlardı. Rivayete göre büyük kaya parçası yedi yerinden ayrıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırdı. Ahali dua etti. Dualar yıllardır can alan insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.' Çarşamba'yı sel aldı' türküsü de o acı mırıltılardan doğdu. Kayanın bulunduğu yere daha sonra bir su değirmeni kuruldu ve o yöre 'Değirmenbaşı' olarak anıldı. Ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her Hıdırellez'de tekrarlanan gelenek 1970'lerde değirmenin yıkılmasına kadar sürdü.





    Çarşamba'yı sel aldı
    Bir yar sevdim el aldı
    Keşke sevmez olaydım
    Elim koynunda kaldı

    Oy ne imiş ne imiş
    Kaderim böyle imiş
    Gizli sevda çekmesi
    Ateşten gömlek imiş

    Çarşamba yollarında
    Kelepçe kollarımda
    Allah canımı alsın
    O yarin kollarında

    Oy ne imiş ne imiş
    Kaderim böyle imiş
    Gizli sevda çekmesi
    Ateşten gömlek imiş

    Çarşamba yazıları
    Körpedir kuzuları
    Allah alnıma yazmış
    Bu kara yazıları

    Oy ne imiş ne imiş
    Kaderim böyle imiş
    Gizli sevda çekmesi
    Ateşten gömlek imiş​
     
  9. ......

    ...... Misafir



    Türkü öldürülen Cemal'e karısı Şerife tarafından yakılmıştır. Şerife 90 yıldan fazla yaşamış 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında Cemal'le evlenmiş mutlu geçen birkaç yılı Cemal'in öldürülmesiyle sona ermiş bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana Şerife'nin daha sonra evlendiği Hayrullah'tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir. Cemal'in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir:

    Ürgüp'ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal kalleşlikle öldürülür. Herkesçe sevip sayılan Cemal'in ölümüne yanmayan kalmaz. Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. Yetim kalan oğlu Mustafa da birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür.

    Ağıt Şerife'nin ikinci kocası Hayrullah'ın sonraki yıllar Refik Başaran'a "Herkese bir türkü okudun ama bana okumadın." diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur. Cemal Hayrullah'ın aynı zamanda amcasıdır. Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah'ı da etkiler. Şerife'nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını Cemal'i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır.



    Cemalim

    Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez
    Kıratım acemi konağı tutmaz
    Oğlum da pek küçük yerimi tutmaz

    Cemalim Cemalim algın Cemalim
    Al kanlar içinde kaldım Cemalim

    Ürgüp'ten de çıktığımı görmüşler
    Taşkadı'nın pınarına inmişler
    Beni öldürmeye karar vermişler

    Cemalim Cemalim algın Cemalim
    Al kanlar içinde kaldım Cemalim

    Cemal'in giydiği ketenden yelek
    Al kana boyanmış don ile gömlek
    Bize nasip değil ecelnen ölmek

    Cemalim Cemalim algın Cemalim
    Al kanlar içinde kaldım Cemalim​
     
  10. ......

    ...... Misafir



    Burdur’dan Antalya’ya doğru giderken yaklaşık 38 km. uzaklıkta bulunan Arvallı yeni adı ile Bağsaray köyünde geçer hikaye.

    Hikayeye göre Hatçe isminde bir güzel kadın köyün meydanındaki duvarında çift oluklu pınar bulunan bir evde oturur. Türküde sözü geçen pınar bu pınardır.

    Hatçe güzel ve alımlı bir köy güzelidir. Köyün çobanı Hatça’ya gönlünü kaptırır. O da çobanı sever. Ne var ki Hatçe evlidir.Kader onları bir türlü bir araya getirmemiştir. Her ne kadar olumsuzluklar çok olsa da aşklarına engel olamazlar ve bir zaman sonra birlikte kaçmaya karar verirler. Çobanla birlikte kaçarak Antalya’ya yerleşirler. Yaklaşık 5 ay sonra yakın bir köyde (Kayış) de buna benzer bir olay gerçekleşir ve İbrahim Can isimli mahalli sanatçı bu türküyü yakar.


    Denizin Dibinde (Hatça)

    Denizin dibinde demirden evler
    Ak gerdanın altında çiftedir benler
    O kınalı parmaklarda o beyaz eller
    Yolcuyu yolundan eyleyen dilber

    Ovalara duman inmiş göremedin mi
    A kız kendi saçını öremedin mi
    Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz
    Gel seninle gezelim ince belli kız

    Arvalı'nın önünde pınarlar harlar
    Hatçam çıkmış pencereye ay gibi parlar
    Ben Hatça'yı yitirdim dumanlı dağlar
    Gözlerimin pınarları durmadan çağlar

    Dalga dalga dalga dalga dalgalanıyor
    Hatça'yı görenler sevdalanıyor
    Onu onu onu onu onu onuna
    Ben de yandım Hatça'nın basma donuna

    Yüce dağbaşında ekin ekilmez
    Yağmur yağmayınca kökü sökülmez
    Ellerin köyünde kahır çekilmez
    Doldur doldur ağuları içelim Hatçam

    Ovalara duman inmiş göremedin mi
    A kız kendi saçını öremedin mi
    Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz
    Gel seninle gezelim ince belli kız​
     
  11. ......

    ...... Misafir



    Bundan yıllar önce o yılki kazancı kötü olan bir aile Ilıcaya gidemeyeceklerini anlayınca bir çare ararlar ve sonunda evlerinin çatı kiremitlerini satıp döndüğümüzde çalışır tekrar alırız diyerek Ilıcaya gitmeye karar verirler. Biraz da yazın son dönemi olan güze denk gelir herhalde ki Ilıca’ya giderler. O devirde şimdiki gibi vasıta çok olmadığından bir atlı araba veya fayton birilerini götürdüğünde dönerken de başkalarını getirdiği gibi bir başkalarından da “ bizi falan zaman götürüver “ diye sipariş alırlarmış. Bilhassa Ilıca şehir merkezine en uzak kaplıca olduğundan oraya giden bir aile şehire 2 – 3 ay gelmezmiş. Bu olayın kahramanı aile de biraz zamanı uzatırlar ve Kütahya’ya döndüklerinde karşıdan bakıyorlar dağlar karla kaplı “ eyvah yandık “ çığlıklarıyla bir an önce evlerine koşarlar. Kapıyı açtıklarında tüm eşyalarının (Yatak yastık yorgan kilim minder giyecekler v.b) kar sularından perişan hale geldiğini görüp otururlar ve başlarlar ağlaşmaya ;

    Kar mı yağdı
    Kütahya’nın dağına aman
    Ateş düştü
    Ciğerimin aman bağına hey!

    Diyerek ağıtlar yakarlar. Bu ağıt zaman içinde dilden dile dolaşarak türkü haline gelmiş ve Kütahya folklorunde birinci zeybek oyunu olarak yerini almıştır.


    Kar Mı Yağdı Kütahya'nın Dağına

    Kar mı yağdı Kütahya'nın dağına
    Ateş düştü ciğerimin bağına
    Gül donatmış şalvarının ağına

    Kayırma sevdiğim gün böyle kalmaz
    Yanar yüreğimin ateşi sönmez

    Çubuğum yok yol üstüne uzatsam
    Dermanım yok yar yolunu gözetsem
    Menendin yok seni kime benzetsem

    A dağlar ey dağlar laleli dağlar
    Elleri koynunda bir gelin ağlar

    Melek misin yeşil donlar giyersin
    Cellat mısın tatlı cana kıyarsın
    Çocuk musun el sözüne uyarsın

    Açıldı çiçekler gelmedi yazlar
    Elleri koynunda bir gelin ağlar​
     
  12. ......

    ...... Misafir



    Şu Milas'ın İçinde


    Yüksel Milas Orta Okulu’nda okuyan körpecik güzeller güzeli bir kızdır. İbrahim ise astsubay okuluna gitmeye hazırlanan bir delikanlı.

    İbrahim genç kızın güzelliğine hayran kalır ve ona delicesine aşık olur. Aşkını kabul ettirebilmek için aylarca okul çıkışlarında Yükseli bekler. Her akşam onu evine kadar takip eder ve yolun sonuna geldiğinde arkasından buruk bir şekilde bakarak sessizce geri döner.

    Her karşılaştığında genç kıza aşkına ısrarla anlatır ama hiçbir zaman karşılık bulamaz. Tek taraflı platonik bir aşktır İbrahim’in aşkı. Öte yandan kızın aile yapısıyla delikanlının aile yapısı arasında dağlar kadar fark vardır. Üstelik Yüksel İbrahim’e hiçbir zaman yakınlık duymaz hiçbir zaman olumlu cevap vermez. Durumu ailesine bildirir rahatsızlık duyduğunu önlem alınmasını ister.

    Gönlü genç kızın gönlüdür. Sevmez sevmez.

    Ama işin içinde bir kara sevda vardır. Zaten nedenleri olmasa bazı sevdalara "kara sevda" denir miydi hiç?

    İbrahim’in Yüksel’e yaklaşması yasak ama gönül ferman dinlemiyor ki. Bir gün İbrahim’i Askeri okuldan ararlar. Astsubay olmak için her şey hazırdır. İbrahim gitmeden önce son kez Yüksel’in yolunu keser ve onu ne kadar çok sevdiğini defalarca söyler ısrarla kendisini beklemesini ister. Ama kızın cevabı her zamanki gibi çok sert ve net olur; "Hayır!... Seni istemiyorum. Zorla güzellik olmaz."

    Bundan sonra her şeyi göze almış olan İbrahim kızın evinin kapısını zorlayarak açar mutluluktan ve yaşamdan ümidini kesmiş gözü kararmıştır. Elindeki bıçağı genç kıza defalarca saplar.

    Ortaokul öğrencisi güzeller güzeli körpecik bir kız olan Yüksel hayatının baharında ölümle kucaklaşır. İbrahim ise sonucu biliyormuş gibi yanında getirdiği zehiri içerek kendi hayatına da sonlandırır ve acılar içinde can verir.


    Şu Milas'ın İçinde

    Şu Milas'ın içinde ben bir tek güldüm
    Goncalarım açmadan soldum döküldüm
    Gençliğime doymadan yar için öldüm
    Hazan yaprağı gibi birden döküldüm

    Gönül verdiğim kızın adı Yüksel'di
    Can verirken feryadı da arşa yükseldi
    Kabahat ne ondaydı ne de bendeydi
    Alnımıza yazılmış bu bir eceldi​
     
  13. ......

    ...... Misafir



    Neşet Ertaş'ın en sevilen türkülerinden biri de "Zahide'm" . Ertaş'a "Zahide'nin kim olduğunu sorduk". "Herkesin bir Zahide'si var" yanıtını verdi. Yine sorduk:
    -Sizinkisi hangisi?
    -Sevdim kavuşamadım... Zahide'm türküsünü çığırdım... Türkü çok tutuldu... Sonra baktım başka türkücüler Zahide'm türküsüne yeni yeni dörtlükler eklemeye başladılar... Zahide'm türküsü uzadıkça uzadı.. Sanki destan olup çıktı... Meğer herkesin bir Zahide'si varmış.
    -Ya sizinki?
    -Benimki boynumu bükük koyan bir eski aşk hikayesi.

    (Kendi ağzından)





    Zahidem

    Zahide kurbanım n'olacak halim
    Yine bir laf duydum kırıldı belim
    Gelenden gidenden haber sorarım
    Zahidem bu hafta oluyor gelin

    Hezeli de deli gönül hezeli
    Çiçek Dağı döktü m'ola gazeli
    Dolaştım alemi gurbet gezeli
    Bulamadım Zahide'den güzeli

    Gurbet ellerinde esirim esir
    Zahide kurbanım hep bende kusur
    Eğer anan seni bana verirse
    Nemize yetmiyor el kadar hasır​
     
  14. ......

    ...... Misafir



    Rize'nin şimdiki adı Portakallık olan Haldoz mahallesindeki bir düğünde kardeşinin bıçakla karnından yaralanması üzerine kendisine haber verilen Sandıkçı Şükrü olay yerine giderek kardeşini kanlar içinde buluyor ve kardeşini yaralayan Abdi Ağa'nın uşağını (bir anlatıma göre de Abdi Ağayı) orada vuruyor.

    Bu olay üzerine hapishaneye düşen Sandıkçı Şükrü bir süre sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte hapishaneden kaçıyor ve dağa çıkıyor.

    Sandıkçı Şükrü dağa çıktıktan sonra yönetimle işbirliği yaparak kendisini hileyle zehirlemek isteyen biriyle karısı Fadime'yi elinden almak isteyen başka birini öldürüyor. Sandıkçı Şükrü'nün adı bu olaylardan sonra daha da yaygınlaşıyor. Fakirlere bir şey yapmaması zenginlerle mücadele etmesi yüzünden halk tarafından da seviliyor ve destekleniyor. Bu ve benzeri erdemleri yüzünden kendisine yardım edenler çoğalıyor.

    Sandıkçı Şükrü'nün türküde adı geçen Perilizade adında zengin birine haberler göndererek yoksullara mısır dağıtmasını istediği yoksa kendisini cezalandıracağı tehdidinde bulunduğu söylenir. Nitekim Sandıkçı Şükrü'nün isteğini yerine getirmeyen Perilizade'nin mısırlarını adamlarına toplattırdığı ve yoksullara dağıttırdığı yaşlılarca da anlatılır.

    Rize'nin Camiönü (Arkotil) mahallesinden Hüseyin Kutlu adında Sandıkçı Şükrü dönemine yetişmiş bir yaşlı "Çevrede başı belaya giren Sandıkçı'nın yanına geliyordu. Sandıkçı hem geleni koruyor hem yardım ediyordu" diyor.

    Kardeşiyle birlikte türküde adı geçen Urusba (şimdiki adı Uzunkaya) köyünde eski bir kahvede otururken zaptiyeler çevresini sarıyorlar. Zaptiye Çavuşu Abbas Çavuş Sandıkçı'nın teslim olmasını istiyor ancak Sandıkçı kabul etmeyerek Abbas Çavuş'tan çekip gitmelerini istiyor. Zaptiye Çavuşu da bunu kabul etmeyince çatışma çıkıyor. Sandıkçı ve kardeşi Zaptiye Çavuşu ile birkaç zaptiyeyi öldürerek kaçıyor.

    Sandıkçı Şükrü'nün bu olaydan sonra bir ara yakalanıp zincire vurularak batıya gönderildiği fakat kapatıldığı yerden atlayıp Rizeli sandalcılar tarafından kurtarıldığı anlatılır. Sandıkçı Şükrü'nün Sinop kalesinde tutukluyken denize atladığı ve kurtulduğu anlaşılıyor.

    Sandıkçı Şükrü'nün yakalanmaması ve her geçen zaman içinde daha çok halk desteği sağlaması üzerine Trabzon Valisi Kadir Paşa önemli sayıda adam toplayarak Sandıkçı'nın üzerine gönderiyor. Sandıkçı'nın üzerine gönderilen süvariler Kolcu kayıklarının Reisi Varilcioğlu Sadık'ı da yanlarına alıyorlar. Sandıkçı Şükrü Of ilçesinin İkizdere köyü yakınlarındaki Sanlı adlı bir mezrada bir yaşlı kadının evinde otururken ihbar ediliyor. Çevresi atlılarca sarılıyor. Varilcioğlu da yanlarında.

    Sandıkçı Şükrü teslim olmak istemiyor. Fakat eskiden tanıştığı Varilcioğlu Sadık teslim olursa öldürülmeyeceğini söyleyerek onu ikna ediyor. Sandıkçı Şükrü de buna inanarak tüfeği elinden teslim oluyor. Fakat Varilcioğlu ile zabtiyeler teslim olarak önlerinde yürüyen Sandıkçı Şükrü'yü arkadan kurşunlayarak öldürüyorlar.

    Türkülerden gövdesinin şehre getirilerek halka gösterildiği anlaşılıyor.

    Sandıkçı Şükrü'yü doğrudan gören ve tanıyan Refii Cevat Ulunay ondan "Yaptıklarına pişman olmuş fakat affedilmeyeceğini bildiği için teslim olmayan mert bir insan" olarak sözediyor.

    1843-1909 yılları arasında yaşamış Rizeli Kahya Salih adında dinci ve tutucu bir şairin de Sandıkçı Şükrü'yle ilgili bir destanı bulunuyor. Karadeniz Türkçe'siyle yazılan destanda "Şükri dedikleri bir merd eşkıya"nın "Devlet hükümatina" kurşun attığı için öldürüldüğü anlatılıyor.

    Kaynak: Öyküleriyle Halk Türküleri (Notalı) - Hamdi Tanses


    Eşkiya Dünyaya

    Sene 1341 mevsime uydum
    Sebep oldu şeytan bir cana kıydım
    Katil defterine adını koydum
    Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

    Sen üzülme anam benim dertlerim çoktur
    Çektiğim çilenin hesabı yoktur
    Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
    Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

    Çok zamandır çektim kahrı zindanı
    Bize de mesken oldu Sinop'un hanı
    Firar etmeyilen buldum amanı
    Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

    Sinop kalesinden uçtum denize
    Tam üç gün üç gece göründü Rize
    Karşı ki dağlardan gel oldu bize
    Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

    Bir yanımı sardı müfreze kolu
    Bir yanımı sardı Varilcioğlu
    Beşyüz atlıylan kestiler yolu
    Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz​
     
  15. ......

    ...... Misafir



    Sarı Gelin 1


    Eski bir türkü son günlerde yeniden sık çalınır ve dinlenir oldu. Günlük bir gazetede çıkan yazıdan türkü hakkında çeşitli iddiaların ortalıkta dolaştığını öğrendik (Hürriyet-2000). Önce bu iddialara bakalım: "Azerbaycanlılar bu türkünün Azerî türküsü olduğunu ifade ediyorlar. Azerbaycan Büyükelçisi "Ermenicede sarı ve gelin kelimeleri yok. Bizde iki üç yüz yıldan beri söyleniyor. Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu bu türküyü Ermenilere mal etti!" diye dert yanıyor.

    Sarı Gelin türküsü Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.

    Sarı Gelin eski çağlardan beri Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Hristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Bölgeye gelen Arap din adamlarından birinin âşık olduğu bu sarışın güzel etrafında gelişen efsaneler Kars ve Erzurum yörelerinde yaşamaktadır.

    Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması Sarı Gelin türküsünün bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

    Bu yazıda Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Kıpçak Türklerinden bahisle onların izlerini taşıyan bir efsanenin varyantları üzerinde durulmuştur. Sarı Gelin'in bu efsaneyle birlikte birkaç varyantını tespit edebildiğimiz bir türküye konu olması ve hatta bölgede bu adla anılan bir halk oyununun bulunması tesadüf olamaz.

    Eski bir türkü son günlerde yeniden sık çalınır ve dinlenir oldu.

    Günlük bir gazetede çıkan yazıdan türkü hakkında çeşitli iddiaların ortalıkta dolaştığını öğrendik (Hürriyet-2000). Önce bu iddialara bakalım:

    "Azerbaycanlılar bu türkünün Azerî türküsü olduğunu ifade ediyorlar. Azerbaycan Büyükelçisi "Ermenicede sarı ve gelin kelimeleri yok. Bizde iki üç yüz yıldan beri söyleniyor. Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu bu türküyü Ermenilere mal etti!" diye dert yanıyor.

    Türkü tartışmasına katılan bir Erzurumlu: "Sarı Gelin Ermeni kızıdır. Türkü bir dadaşın bu kıza olan âşkının nağmeleridir." diyerek türkünün hikâyesini Kurtuluş Savaşı yıllarına dayandırıyor. Bir Erzurumlu da "Bu türkü dadaş türküsüdür." diyor.

    Bir başka Erzurumlu türkünün bir filme meze yapıldığını güftesinin çarpıtıldığını belirterek öfkesini dile getiriyor.

    Milletvekili olan bir vatandaşımız yazdığı senaryodan bahsederken "Ermeniden beter Ermeni" üslûbuyla devletimizin Ermenilere haksızlık yaptığı noktasında duruyor. Bu noktayı senaryosunun merkezi hâline getiriyor. Sarı Gelin türküsünü de Erzurumlunun dediği gibi "meze" yapıyor! Milletvekilinin ifadelerinde şunlar da var: "Sarı gyalin anbele pare pare... Ermenice sarı dağlı demekmiş. Dağlı gelin yani. Ermenilerin Erzurum'dan ayrılırken Sarı Gelin'in müziğini götürmelerinden daha doğal ne olabilir ki?"

    Bir başka yazar söze karışıyor: "Ulusal aidiyet tartışmasını abes buldum doğrusu. Müziğin vatanı olur mu? Sarı Gelin kime ait olursa olsun güzel bir türkü." diyor.

    Müziğin vatanı olur veya olmaz; ama siz gidip onun bunun dillerde dolaşan şarkı sözlerisına benim derseniz gülerler! Çok eski bir musıki tarihi olan milletin kalkıp Ermeni'den türkü devşirmesi mümkün mü? Ama yüz yıllarca tebamız olmuş Ermenilerin bizden çok şey aldıklarını söyleyebiliriz. Bunun tersi de olabilir. Yani hakim halk tebadan da alabilir. Türkçedeki kelimelerin kökenine bakarsanız görürsünüz. Bunlar olağan şeyler ama yüz yıllardan beri söylene gelmiş bir türkü söz konusu olursa burada söyleyeceklerimiz vardır.

    Bir başka gazetede çıkan habere de göz atalım: "Yavuz Bingöl ve Yeşim salkım Sarı Gelin'in sinema uyarlamasında Ermeni düşmanlığına karşı bayrak açacak." deniliyor. Bu filmde türkücü Yavuz Bingöl Ermeni kızı rolündeki Yeşim Salkım'a âşık Türk subayını canlandıracakmış (Milliyet-2001).

    Kıpçakların bir adı da Kuman'dır. Bunlara Ruslar Polovets Ermeniler Xartes Almanlar Falben derlerdi ki bu kelimelerin hepsi sarışın anlamına gelmektedir (Rasonyı-1971: 136). Kumanlarla temasa gelen üç kavim Ruslar Almanlar ve Ermeniler Kumanları sadece "sarışınlar" diye isimlendirmişlerdir (Kurat-1992: 70).

    Kıpçakların güzel sarışın mavi gözlü yakışıklı oldukları birçok kaynakta belirtilmektedir (Kurat-1992: 70-72). Büyük şair Genceli Nizamî İskendername adlı eserinde Kıpçak güzelliğini dile getirmiştir. Ayrıca şairin karısı Afak/Apak da Derbentli bir Kıpçak kızıydı. Apak'ın güzelliği şairi derinden etkilemişti. Nizamî eserlerindeki kahramanlarda onu canlandırmıştır (Resulzade-1951: 48-49).

    Kumanlar XII. yüzyılda Gürcistan'da faaldiler. Gürcistan'ın parlak çağının başbuğu Kubasar bir Kıpçaklıdır. Devletin asker maliye ve devlet işlerinde Kıpçaklar söz sahibiydiler. Kraliçe Tamara'nın damarlarında da (annesinden dolayı) Kıpçak kanı vardır (Rasonyı-1971: 145).

    Selçuklu Türkleri tarafından sıkıştırılan Gürcistan onlara karşı savunmasız ve çaresiz kalmıştı. Gürcistan Kralı Kuzey Kafkasya ve Kıpçak Eli'nde yaşayan göçebe ve savaşçı Kıpçakları ülkesine davet etti. Bunlar arasından çıkarılan 45.000 kişilik güçlü bir orduyla Selçuklulara karşı saldırılara başladı. Gürcüler Kıpçak ordusu sayesinde Tiflis şehrini yeniden ele geçirdiler (Berdzenişvili-Canaşia-2000: 142-143).

    Sarışın insan güzeli ve Türk ırkının en yakışıklı soyundan olan Kıpçaklar Selçuklular tarafından ezilen Gürcistan hakimi Bagratlı hanedanını büyük bir kudretle canlandırdılar. 1080 yılından itibaren Selçuklu ülkesi durumuna gelen Ahıska Ardahan ve Göle dolayları 1124'te Kıpçakların eline geçti. Gürcülerle aynı dini Ortodoks Hristiyanlığı paylaşan Kıpçaklar kendi hesaplarına fethettikleri Kür ve Çoruh boylarına (Ahıska Ardahan Artvin ve Ardanuç dolaylarına) yerleştiler (Kırzıoğlu-1953: 377). Bugün Kür ve Çoruh ırmakları boyu ile Çıldır Gölü çevresinde yaşayan halk Kıpçakların torunlarıdır (Kurat-1992: 84).

    Gürcistan'a bağlı bir beylik iken bölgeye gelen İlhanlıların da yardımıyla 1267 yılında Tiflis'ten kopan Kıpçak Atabekliği Hükûmeti III. Murat zamanında 1578 yılında Serdar Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın fethiyle Osmanlı Devleti'ne katıldı (Zeyrek-2001). Bugün Ahıska Ardahan Artvin ve Erzurum'un kuzey ilçelerindeki kilise kalıntıları Osmanlı zamanında Müslüman olan bu Ortodoks Kıpçakların hatıralarıdır.

    Azerbaycan'da Kür ırmağı boylarında yaşayan bir efsane edebî eserlere de konu olmuştur. Azerbaycanlı şair Hüseyin Cavid Şeyh San'an adlı manzum piyesinde konusunu halk arasındaki yaygın efsanelerden almıştır. Arabistan'dan bu bölgeye gelerek İslâm dinini yaymağa çalışan din adamlarıyla ilgili bir efsanede Şeyh San'an'ın Tiflis-Gürcü Padişahının güzel kızı Humar Hanıma karşı duyduğu aşk macerası anlatılır. Bu kız uğruna Hristiyan hayatı yaşayan Şeyh yedi yıl sonra kızı Müslüman eder. Birlikte kaçmağa karar verirler. Bunları takip eden kralın askerleri yetişince âşıkların dileğiyle yer yarılır âşıkları içine alır. Âşıkların girdiği yerden kaynar sular çıkar. Kızına ve yaptıklarına üzülen kral bu suyun üzerine bir kilise yaptırarak hatıra bırakır (Kırzıoğlu-1953: 379-380).

    Ortodoks Kıpçaklardan kalan hatıralardan biri de Kars ve Erzurum çevresinde anlatılan "Şeyh San'an ile Kralın Sarı Kızı" efsanesidir. Bu efsaneyle birlikte bir de türkü günümüze kadar gelmiştir. Türküye geçmeden önce Ortodoks Kıpçak Türklerini Müslüman etmek için çalışan İslâm misyonerlerinin macerasını ve sarışın Kıpçak kızlarının hatıralarını yaşatan bir efsanenin iki varyantını özetleyelim:

    Abdulkadir Geylanî'nin arkadaşı olan Şeyh San'an bir bedduaya uğrayıp yolu Penek'e düşmüş. Şeyh San'an çobanlık yapıyor Penek padişahının domuzlarını güdüyormuş. Şeyhin nefsine ağır gelen domuz çobanlığı aynı zamanda eziyetli bir işti.

    Şeyh bu şekilde çile doldurmakta iken Penek padişahının biricik evlâdı olan güzeller güzeli Sarı Kız'a da âşık olmuş. Hristiyan kız şeyhin aşkından habersizmiş. Bu duruma üzülen şeyh Allah'a yalvararak kızın gönlüne kendi aşkının düşmesini dilemiş. Dileği kabul olmuş. Kız da şeyhe ilgi duymaya başlamış hatta Müslüman olmuş. Yedi yıllık çilesi dolan şeyh bir gün Allahuekber dağlarından tef sesi geldiğini duydu. Bu ses çilesinin bittiğine işaretti. Meğer tefi çalan Geylanî'nin gönderdiği kırk mücahit müritmiş.

    Şeyh tef sesinin geldiği dağa doğru koşmuş. Onu gören Sarı Kız da arkasından koşup yetişmiş. Bunu gören saray halkı durumu padişaha bildirmiş. Ordu kaçak âşıkların ardına düşmüş. Şeyhle kız Allahuekber dağındaki kırk müride yaklaşmış. Bu durum Mısır'da Abdulkadir Geylanî'ye mâlum olmuş. Oradan attığı teber şeyhe ulaşmış. Şeyh bu teberle kâfir ordusuyla vuruşmaya başlamış. Penek güzeliyle kırk mürid de cenge girmişler. Kırk mürit şehit düşmüş. Şimdi onların yattığı yere Kırklar Kırk Şehitler Mezarlığı deniyor. Dağın tepesine yetişen Şeyhle sevgilisi de tam tepede şehit düşmüşler. Bunların yattığı yer şimdi ziyaretgâhtır. Buraya ağzı eğri gidenin düz geldiği dileklerin kabul olduğu inancı yaygındır (Kırzıoğlu-1949).

    Bu efsanede geçen olayların yaşandığı yer Gürcü tarih kaynaklarında Bana olarak geçen Penek'tir. Penek eskiden kalesi olan bir taht şehriydi. Dede Korkut Oğuznamelerinde "Ban Hisarı" denilen yer de burasıdır (Kırzıoğlu-2000:76) Osmanlı zamanında merkezi Ahıska olan Çıldır Eyaletine bağlı bir sancak olmuştu. Burası günümüzde Erzurum'un Şenkaya ilçesine bağlı bir köydür.

    Sarı Gelin türküsünün kaynağı olan bu efsanenin diğer bir varyantı önce mahallî bir gazetede sonra da bir kitapta yer almıştır. Hüseyin Köycü tarafından derlenen efsane Şenkaya gazetesinin dokuz sayısında tefrika edilmiş (Köycü-1950-51); bundan birkaç yıl sonra da Ali Rıza Önder'in kitabına girmiştir (Önder-1955: 73-76).

    "Şeyh Abdülkadir Geylanî'nin müritlerinden Sananî şeyhine darılarak firar etti. Yolu Erzurum ve Oltu'ya düştü. Burada tanıştığı bir dervişle yola çıktılar. Penek suyu kıyısına geldiklerinde derviş genç Sananî'den kendisini karşıya geçirmesini istedi. Sananî bu teklifi kabul etmeyince dervişin "Benden esirgediğin omuzlarına domuz yavruları binsin!" bedduasına uğradı. Misafir oldukları Hristiyan Penek beyinin güzel kızına vurulan Sananî misafirliği uzattı ve sarayın hizmetçileri arasına katıldı. Kendisi sarayın domuz çobanı olmuştu.

    Şeyhi Geylanî müridi Sananî'nin bu hâlini öğrendi ve çok üzüldü. Beş yüz müridinden onu kurtarmalarını gerekirse sevgilisiyle birlikte getirmelerini istedi. Müritler Sananî'yi domuz güderken buldular; şeyhin isteğini Sananî'ye bildirdiler. Sananî ancak sevgilisiyle birlikte gelebileceğini söyledi. Bir sabah erkenden kızı aldığı gibi kendilerini bekleyen müritlere doğru yola çıktı. Hep birlikte karlı dağa doğru yürüdüler. Onların yokluğunu anlayan saray görevlileri çevre köyleri aradılar bulamadılar. Dağlara yöneldiler. Âşıklar ve müritler takip edildiklerini anlayınca kaçmaya başladılar ve dağın güneyine sarktılar. Takipçiler yetişince çetin bir savaş oldu. Bugünkü Allahuekber dağları adını bu müritlerin "Allahuekber" sedalarından almıştır. Âşıkların ve müritlerin mezarları da ziyaret yeridir."

    Bu iki varyant arasında küçük farklar olsa da olayın özü ve motifler aynıdır. Günümüze kadar gelen Sarı Gelin türküsünün kaynağı işte bu efsanedir. Sarı Gelin Penek beyinin kızı Sinan da San'an veya Sananî'dir. Görülüyor ki burada Ermeni yok!

    Efsaneler tarih değildir; onlardan bilimsel sonuçlar çıkarılamaz. Bununla birlikte efsaneler muhayyelesinden çıktığı milletin hangi değer yargılarını benimsediğini gösterir. Onu ortaya koyanların nelere inandığını ne gibi ahlâk esaslarına değer verdiğini açıklar. Efsaneler bir milletin manevî nabzının ölçüsü toplumsal mizacının ifadesidir. Efsanelerde toplumun şuuraltı hazinelerinin anahtarları saklıdır (Uyguner-1956).

    Efsaneler sebebi ve kaynağı bilinmeyen birçok olayın izahında halk muhayyelesinin meydana getirdiği hikâyelerdir. Bir folklorcunun dediği gibi efsaneler hayallerde doğar gönüllerde beslenir dudaklarda ve kalemlerde yaşar (Önder-1955: 6). Zamanla yeni unsurlar alır ve büyür.

    Sarı Gelin türküsüne konu olan efsane de halkın dilinde yaşarken kim bilir ne zaman ve hangi yeni olay üzerine türküye dönüşmüştür... Türkünün ve efsanenin merkezinde bulunan kahramanlar aynıdır: Sarı Gelin ve Şeyh San'an/Sinan.

    1918 yılında bir hey'etle birlikte kuzeydoğu illerimizi gezen tarihçi Ahmet Refik Bey Sarı Gelin türküsünü Göle'nin Okçu köyünde tespit etmiştir. Bu seyahat notlarından meydana gelen kitabında şunları yazıyor:

    "Okçu köylü Ali'nin en güzel söylediği Diyarbekir'de Erzincan'da Erzurum'da Kürdî nağmelerle okunan bildiğimiz bir türkü. Fakat ezgiler burada daha hüzünlü daha kederli. Türkünün konusu gayet şâirane: Bir Türk delikanlısı köyünde yaşayan bir Hristiyan kızını seviyor. Sabahleyin tarlaya giderken peşinden ayrılmıyor. Akşamları sürüler ağıllarına dönerken sevgilisinin güzelliğini seyrederek ruhunun ateşini dindirmeye çalışıyor. Kalbi ve kafası o derece meşgul oluyor ki sonunda taptığı haçı sevdiği salibi/haçı görmek istiyor. Kalbi heyecan içinde çarparak bir pazar sabahı kalkıyor. Güneş yamaçlara altınlar serper kuşlar tatlı cıvıltılarla ortalığı şenlendirirken kiliseye gidiyor. Bir köşeye çekiliyor. Sevgilisinin taptığı haçı kilisede yapılan ayini seyrediyor. Türkü şöyle başlıyor:

    Vardım kilsesine baktım haçına
    Mâil oldum bölük bölük saçına
    Kız seni götürem İslâm içine
    Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
    Âh seni vermem dünya malına.

    Şarkının nakaratı o kadar hazin o derece tesirli ki... Ali elini şakağına koymuş gözleri yaş dolu ruhundan kopan acılarla feryat ediyor:

    Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
    Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
    Seni vermem dünya malına...

    dedikçe güya ağlamak istiyor. Sarı Gelinler orada da mı bedbaht âşıkları bu derece büyülemişler (Altınay- 2001: 71-72)

    Sarı Gelin türküsünün halk ağzında dolaşan ikinci dörtlüğü de şöyledir:

    Vardım kilsesine kandiller yanar
    Kıranta keşişler pervane döner
    Tersa sevmiş deyin el beni kınar
    Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
    Seni saran neyler dünya malın.
    (Seni alan neyler dünya malın)

    Ünlü "Kars Tarihi" adlı eserinde Kıpçaklardan bahsederken Sarı Gelin türküsüne de değinen Kırzıoğlu bu türkünün Kars ve bir zamanlar halkı Türklerden meydana gelen Erivan'da söylenen bir başka varyantını da verir:

    İrevan çarşı pazar
    İçinde bir kız gezer
    Elinde divit kalem
    Dertliye derman yazar.

    dörtlüğü ile başlayıp:

    Sarı Gelin sarı kız
    Ettin ömrüm yarı kız

    nakaratlarıyla ve bar/halay havası olarak da söylendiğini belirtir (Kırzıoğlu-1953: 380-381).

    Kırzıoğlu türküde:

    Sarı kız Sarı Gelin
    Dünyanın varı gelin

    nakaratı olduğunu da şifahen belirtmiştir.

    Burada bahsettiğimiz on birli ve yedili heceyle söylenen iki çeşit Sarı Gelin türküsü olduğu anlaşılıyor. Her iki türküde de Sarı Gelin ve Sinan isimleri geçiyor. Bu isimlerin efsanedeki Şeyh San'an ile sevgilisinden geldiği açıktır. Ünlü Türkolog Prof. Dr. Kırzıoğlu "Sarı Gelin türküsü ve Şeyh San'an efsanesi XII. yüzyılda Kafkaslar kuzeyinden gelen Ortodoks Kuman/Kıpçakların hatırasından kalmıştır." diyerek türkünün kaynağını kesin şekilde belirtiyor (Kırzıoğlu-1958: 133).

    Ünlü şair ve yazar Ahmet Hamdi Tanpınar Erzurum halk havalarından bahsederken "Erzurum çarşı pazar diye başlayan bu türkünün canlandırma kudretine daima hayran oldum." Demektedir (Tanpınar-1976: 201).

    Sarı Gelin bir oyun havası olarak Kars oyunları arasında da geçmektedir (Bugün-1959). Gazimihal'in "Yurt Oyunları Kataloğu" ile Kırzıoğlu'nun "Kars İli Halk Oyunlarının Adları"nda Sarı Gelin'i de görüyoruz (Tan-1977; Kırzıoğlu-1960).

    Azerbaycan'da söylenen Sarı Gelin nakaratlı türkünün ilk kıtası şöyledir:

    Saçın uzun hörmezler
    Gülü gonçe dermezler
    Bu sevda ne sevdadır
    Seni mene vermezler
    Neynim aman Sarı Gelin (Namazeliyev-1993: 62).

    Sarı Gelin türküsünün bir Türk eseri olduğunu böylece ortaya koyduktan sonra meselenin Ermeni tarafına da bakalım. Şunu hemen belirtmeli ki türkünün ortaya çıktığı coğrafyada Türk unsuru hakimdir. Ermeniler ise bir azınlıktır. Büyük imparatorluklar kurmuş bir milletin kendi himayesinde yaşayan bir azınlıktan türkü hele oyun havası alması uzak bir ihtimaldir.

    İkinci bir husus da türkünün dayandığı mevcut folklor malzemesidir. Bu malzeme olmasaydı türkünün kaynağı meçhul kalacaktı. O zaman bir propagandaya malzeme olsa da türkünün Ermeni mahsulü olup olmadığı tartışılabilirdi. Hâlbuki durum öyle değil. Türküyü ortaya çıkaran kuvvetli halk edebiyatı verimlerine sahibiz.

    Osmanlı Devleti zamanında Türk'ün sadece kuvveti değil kültürü de üstündü. Bu üstünlük diğer kavimleri de derinden etkilemiştir. Klasik müziğimizdeki Ermeni besteciler bunun açık delilidir. Bizim ruhumuzu terennüm eden nağmeleri onlara çaldıran ve söyleten bizim kültürümüzün zenginliği ve derinliğidir.

    Ermenilerin âşık edebiyatımızdaki yeri üzerinde lâyıkıyla durulmamıştır. Bilhassa XIX. yüzyılda çok güçlü olan âşık edebiyatımızın etkisinde kalan Ermeni âşıklar bulunmaktadır. Buna en canlı örnek Ahılkelekli Kenziya'dır.

    Posoflu ünlü halk şairi Yusuf Zülâlî defterlerinden birinde Kenziya'dan bahsetmektedir. Zülâlî Kenziya'yla 1892 yılında Batum'da karşılaşmıştır. Bu sazlı sözlü karşılaşma esnasında Kenziya şöyle demektedir:

    Bir anadan bir babadan gelmişiz
    Biz buna etmişiz iman Zülâlî
    Eğer böyle ise niçin olmuşuz
    Biz size siz bize düşman Zülâlî?

    Kenziya bir yerde de şöyle demektedir:

    Cami kiliseyi birleştirelim
    Bu halkı oraya yerleştirelim
    Allah Allah diye dilleştirelim
    Birdir iki değil Sübhan Zülâlî

    İki âşıkın karşılıklı söyleşmesi bu dostluk havası içinde devam etmektedir. Bu deyişmenin büyük bir bölümü elimizde bulunmaktadır.

    Zülâlî (1873-1956) eski yazıyla kaleme aldığı hatıralarında Kenziya'nın çok iyi Türkçe konuştuğunu saz çaldığını Âşık Kerem hikâyesini Ermeniceye çevirdiğini ve Bayburtlu Zihnî'nin şiirlerini pek sevdiğini haber vermektedir.

    Ermenilerin Türk halk hikâyelerini kendi dillerine çevirdiklerini bunu yaparken İslâmî motifleri değiştirdiklerini biliyoruz. XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında Ermeni halkı arasında hayli ilgi gören halk hikâyelerimiz defalarca basılmıştır.

    Türk halk hikâyelerini Ermeniceye çeviren iki önemli isimden biri halk şairi Civanî (1846-1909) diğeri de Agek Muhtaryan'dır. Bunlar Âşık Garip Kerem ile Aslı Şah İsmail Ferhat ile Şirin Asuman ile Zeycan Köroğlu Emrah ile Selvi Leylâ ile Mecnun vb. gibi ünlü halk hikâyelerini "tercüme tebdil ve neşr etmişlerdir."

    Civanî'nin çevirdiği Kerem ile Aslı hikâyesi 1888 yılında Gümrü'de basılmıştır. Bu eser sonraki yıllarda birkaç defa daha basılmıştır. Muhtaryan Civanî'den farklı olarak yaptığı tercümelerde bu hikâyelerdeki şiirleri eserin aslında olduğu gibi muhafaza etmiş ve bu koşmaları her iki dilden vermiştir. Azerbaycanlı İsrafil Abbasov bunları uzun bir makale çerçevesinde tahlil etmiştir (Abbasov-1977: 54-137). Bu tahlillerden şu sonuç çıkıyor: Ermeniler ne şekilde tercüme ederlerse etsinler bu hikâyeler aslî sahibi olan Türk milletine aittir.

    Ermeniler yüzyıllarca aynı coğrafyada yaşadıkları Türklerin kültüründen derinden etkilenmişlerdir. Papazlar mahallî örf ve âdetleri Türk etkisinden kurtarmak için çok çaba göstermişlerdir. Bu çabalarında kısmen başarılı olmuşlarsa da Türk halk musıkisini terennümden vazgeçirtip Ermeni halk şarkı sözleriları icad etmek hususunda başarılı olamamışlardır. Bu bilgileri aktaran tarihçi ve musıki araştırmacısı Kösemihal (1900-1960) 1929 yılında basılan kitabında:

    "Tahkik ettik (Erzurum Ermenileri) bundan otuz sene evvel yalnız bizim türküleri söyleyip bar oynarlarmış. Yozgat Bayburt Ermenilerinin yalnız Türkçe türküler kullandıklarının en güzel delili bu havali Ermenilerinin bundan yetmiş sene kadar evvel Ermeni harfleriyle yazıp E. Litman'ın neşrettiği Türkçe türkü güfteleridir." demektedir (Kösemihal-1929: 34-36).

    Sarı Gelin Kars ve Erzurum çevresinde efsane türkü ve oyun olarak yaşamakta; halk kültürümüzün birden çok unsurunda yer almış bulunmaktadır.

    Birbirini çok seven iki âşıktan birinin başka bir kavimden başka bir dinden olması halkımız tarafından olumlu karşılanmıştır. Bu hoşgörüyü dile getiren manilerden biri şöyledir:

    Bahçelerde mormeni
    Verem ettin sen beni
    Ya sen İslâm ol ahçik
    Ya ben olam Ermeni

    Kerem ile Aslı Hikâyesi'nin Aslı'sı bir Ermeni keşişinin kızıdır (Banarlı-1971: 729). Bu Ermeni kızının adı yüz yıllardan beri Türk kızlarına isim olmaktadır. Bir başka hikâye veya efsane kahramanının Ermeni olması da mümkündür... Sarı Gelin de gerçekten Ermeni olsaydı öylece kabul edilebilirdi.

    Bütün bu açıklamalardan sonra Sarı Gelin türküsünün nerede söylenirse söylensin hakim toplum olan Türklerden alındığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Bu türkünün hiçbir yerinde Ermeni unsuru yoktur. Ermeniler bir gün oluyor el dokumalarımızdaki motiflere bir gün oluyor ünlü bir mimarımıza sahip çıkıyorlar. Şimdi de Sarı Gelin türkümüzün kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Bu iddianın da Anadolu toprakları üzerindeki hayallerinden farkı yoktur.

    Bir politikacı tarafından yazılan romanın Ermeni bir vatandaşımız tarafından senaryo hâline getirilmesiyle güzel bir türkümüzün Ermenilere mal edilmesi meselesi iki yıldan beri tartışılmaktadır. Gazeteciler türkücüler şarkı sözlericılar kahveciler ve dernekçiler konuşuyor.

    Halk edebiyatı sahasında çalışan bilim adamlarımız bu tür konulara eğilmelidir.



    Sarı Gelin 1

    Erzurum çarşı pazar
    Leylim aman aman leylim aman aman
    Leylim aman aman sarı gelin

    İçinde bir kız gezer
    Hop ninen ölsün sarı gelin aman
    Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

    Elinde divit kalem
    Leylim aman aman leylim aman aman
    Leylim aman aman sarı gelin

    Katlime ferman yazar
    Hop ninen ölsün sarı gelin aman
    Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

    Palandöken yüce dağ
    Leylim aman aman leylim aman aman
    Leylim aman aman sarı gelin

    Altı mor sümbüllü bağ
    Hop ninen ölsün sarı gelin aman
    Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

    Seni vermem yadlara
    Leylim aman aman leylim aman aman
    Leylim aman aman sarı gelin

    Nice ki bu canım sağ
    Hop ninen ölsün sarı gelin aman
    Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim​
     
  16. ......

    ...... Misafir



    Çanakkale İçinde

    Anadolu halkının kahramanlığını destanlaştırdığı savaşlardan biri de Çanakkale cephelerinde olur. Büyük imkansızlık içinde verdiği bu çetin mücadelede bağımsızlığı için gerektiğinde çok şeyler yaratabileceğini bütün Dünyaya bir kez daha anlatmıştır.

    Birinci Dünya Savaşı İtilaf Devletleri dediğimiz İngiltere Fransa ve Rusya ile İttifak Devletleri dediğimiz Almanya Avusturya ve İtalya'nın birbirleriyle savaşmasıyla başlar. Almanya'ya saldırabilmesi için Rusya'nın silah ve cephane ihtiyacı vardı. Bunun için Boğazlar yoluyla Rusya'nın İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle birleşmesi gerekiyordu. Oysa ki Osmanlı Devletinin harbe girmesi üzerine Çanakkale boğazını geçmek için Osmanlı Devletine Çanakkale'de cephe açmaları gerekti. İtilaf Devletlerine ait bir donanma 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'nı geçmeye kalkıştı. Burada kahramanca çarpışan Türk kuvvetleri karşısında büyük kayıplar vererek geri çekildi. Bu sefer Gelibolu yarımadası'nın çeşitli yerlerine kuvvetler çıkararak karadan İstanbul'a yürümeyi denediler. Ne yazık ki yapılan sayısız hücumlar Türk süngüsü karşısında eriyip gidiyordu. Son olarak büyük bir taarruzla Gelibolu yarımadası üzerinden Marmara'ya ulaşmayı denediler. Ansızın yaptıkları bu taarruz da Anafartalar ve Arıburnu bölgelerinde benzeri görülmemiş bir müdafaa ile durduruldu. Türkleri bu cephelerde yenemeyeceklerini anlayan düşman buraları terk ederek çekilmek mecburiyetinde kaldı.

    Yüzbinlerce şehit verdiğimiz bu savaşın bütün Anadolu'da heyecan uyandırması bu savaşa doğudan batıdan kuzeyden güneyden hasılı yurdun dört bucağından gönüllü asker gitmesindendir.




    Çanakkale İçinde

    Çanakkale içinde aynalı çarşı
    Ana ben gidiyom düşmana karşı
    Of gençliğim eyvah

    Çanakkale içinde bir uzun selvi
    Kimimiz nişanlı kimimiz evli
    Of gençliğim eyvah

    Çanakkale üstünü duman bürüdü
    On üçüncü fırka harbe yürüdü
    Of gençliğim eyvah

    Çanakkale içinde toplar kuruldu
    Vay bizim uşaklar orda vuruldu
    Of gençliğim eyvah

    Çanakkale içinde bir dolu testi
    Analar babalar umudu kesti
    Of gençliğim eyvah ​
     
  17. ......

    ...... Misafir



    Zeki Urfa'lı Musa ise Antep'li iki samimi arkadaştır. Sık sık birbirlerini memlekette ziyaret ederek hasret giderirler. Günlerden bir gün Zeki Antep'e giderek Musa'ya misafir olur. Hal hatır sohbet ve akşam yemeğinden sonra Musa arkadaşını ağırlamak için gece saza davet eder.

    Yer içer eğlenirken Musa sazda çalışan bir kızı masalarına davet eder ve sohbet ederler. Ancak aynı sazda bulunan kızın dostu çok sarhoş bir vaziyette masalarına gelerek kendilerine hakaret etmeye başlar.

    Zeki hakaretlere dayanamaz aralarında münakaşa başlar ve kavgaya dönüşür. Zeki kavgada bıçakla ağır yaralanır ve arkadaşı Musa tarafından hastahaneye götürülürken yolda ölür.

    Bu olay üzerine türkü yakılır.

    Kaynak: Öyküleriyle Şanlıurfa Türküleri - Necati Aydınlı




    Mezarımın Taşı Urfa'ya Karşı

    Mezarımın taşı Urfa'ya karışı
    Başucuma koyun yazılı taşı
    Üstümdeki çimenler gözümün yaşı

    (Bağlantı)
    Ağlama sen garip anam bu işler olur
    Beni yakan zalim Allahtan bulur
    Neneyle neneyle zekim nen eyle
    Cenazen gidiyor kalk şivan eyle

    Meyhaneden çıktım yan basa basa
    Ciğerim delindi kan kusa kusa
    Bana sebep olan Antep'li Musa

    Bağlantı

    Cenazem üstüne güller ektiler
    Yeni gelin gibi kefen biçtiler
    Bütün ahbaplarım boyun büktüler

    Bağlantı

    Mezar arasında harman olur mu
    Kama yarasına derman olur mu
    Zeki'yi vuranda iman olur mu ​
     
  18. ......

    ...... Misafir



    Ömer çok yakışıklı yiğit iyi ata binen kılıcının sahibi çok iyi çöğür çalan ve hoyrat okuyan halay çeken bir gençtir. Allah her kabiliyeti sanki özellikle ona vermiştir. Ömer'siz bir düğün sıra gecesi düşünülemez. Ömer'in baş bağlaması da meşhurdur. Sırmalı puşu bağlar. Puşunun kenarlarındaki püsküller doğadaki çiçeklerin tüm renklerini sanki başında toplamıştır. Halay çekerken başındaki her gül bir yana düşer yüzünde. Ömer hangi düğüne giderse gitsin Halayın başına geçti mi silah sesleri ve genç kızların zılgıt sesleriyle yer gök inler. Ömer toplumu öylesine etkilemiştir ki;

    Ömer'i anlatan türküler yakılmıştır.



    Urfalıyam Ezelden (Ömer)

    Urfalıyam ezelden
    Gönül geçmez güzelden
    Göynümün gözü çıksın
    Sevmez idim ezelden

    (Bağlantı)
    Ağam olasın Ömer
    Paşam olasın Ömer
    Yetim kalasan Ömer
    Benim olasan Ömer

    Urfa bir dağ içinde
    Gülü bardağ içinde
    Urfayı hak saklasın
    Bir yarim var içinde

    Bağlantı

    Urfa bir yana düşer
    Zülüf gerdana düşer
    Bu nasıl baş bağlamak
    Her gün bir yana düşer

    Bağlantı

    Dağdan akıyor seller
    Sallanır sırma teller
    Yüreğin taştanmıdır
    Bana acıyor eller
     
  19. ......

    ...... Misafir



    Debreli Hasan (Drama Köprüsü)


    Drama köprüsü Hasan dardir geçilmez
    Soguktur sulari Hasan bir tas içilmez
    At martinini Debreli Hasan daglar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

    Mezar taslarini Hasan koyun mu sandin
    Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandin
    At martinini Debreli Hasan daglar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

    Drama köprüsü Hasan dardir daracik
    Çok istemem Yanko Corbaci bin bes yüz liracik
    At martinini Debreli Hasan daglar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

    Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
    Ecel serbetini Hasan ölmeden mi içtin
    At martinini Debreli Hasan daglar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin.

    TÜRKÜNÜN HİKAYESİ

    Debreli Hasan Drama'da yetismis. Debreli namiyla mübadele öncesi donemde Drama-Serez-Sarisaban bölgelerinde faaliyet göstermis bir halk kahramani eskiyadir.

    Drama köprüsünüo devrin haksizlikla para kazanan halki ezen zenginlerinden aldigi haraçla yaptirmistir. Debreli Hasan'in yasadigidonem kesinlikle bilinmemekle beraber Cakircali Efe ile çagdas oldugu görüslerihatta atistiklarina dair hikayeler onun 1870-1920 yillari arasinda Makedonya daglarinda egemen oldugunu göstermektedir. Bu konuda halk arasinda söylenen menkibeye göre;Selanikli Yahudi bir tüccar ticaret için Izmir'e gidecektir."Eger bu civar daglarda hükümran olan Debreli'den geçsen Ege daglarinda Cakircali'dan geçemezsin. "denir kendisine. Nitekim de öyle olur.

    Debreli'nin çetesinde pek çok kisi yoktur. Bilinen Kara kedi namiyla bir tek kizani oldugudur. Halka onu sevdiren eskiya kisiliginin en ustun tarafi ise fakirlere yardim etmesibilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir. Bu konuda söyle bir menkibe de vardir. "Evlenmek niyetinde olan dagli bir gençtek danasini almis Iskece pazarina inmektedir. Yolu Debreli Hasan tarafindan kesilir. Delikanlinin evlenmek için parasi olmadigini anlayanca Debreli kendisine dügün için yetecek parayi verir ve ayrica danasini satmamasini salik verip ugurlar."

    Makedon daglarinin Debreli'si sonunda padisah affina ugrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayi basarir ve Türkiye'ye göç eder.

    Kisacasi Rumeli Türklerinin gönlüne yerlesmistir efsanesiyle Debreli Hasan. ​
     
  20. ......

    ...... Misafir



    YEMEN AĞIDI


    Havada bulut yok bu ne dumandır.
    Mahlede ölü yok bu ne figandır.
    Ana ben ölmedim bu ne şivandır

    Aho yemendir gülü çemendir
    Giden gelmiyor acep nedendir.
    BURASI HUŞTUR YOLU YOKUŞTUR
    GİDEN GELMİYOR ACEP NEDENDİR

    Kışlanın ardında redif sesi var
    Bakın çantasına acep nesi var
    Bir çift kundurası bir al fesi var.

    Kışlanın önünde üç ağaç incir
    Kolumda kelepçe boynumda zincir
    Zincirin yerleri ne yaman sancır

    Kışlanın önünde sıra söğütler
    Zabitler oturmuş asker öğütler
    Yemene gidecek bu koç yiğitler

    Kışlanın ardını duman bağladı
    Analar babalar kara bağladı
    Yemene gidene herkes ağladı.

    Kışlanın ardında yüzüyor kazlar
    Ayağım ağrıyor yüreğim sızlar
    Yemene gidene ağlıyor kızlar.

    Aho yemendir gülü çemendir
    Giden gelmiyor acep nedendir.

    Kışlanın ardında bir kırık testi
    Askerin üstüne sam yeli esti
    Gelinlik tazeler umudu kesti.

    Aho yemendir gülü çemendir
    Giden gelmiyor acep nedendir


    Hikayesi:

    Osmanlı Yemen topraklarını ülkesine kattıktan sonra buradaki hükümranlığını sürdürmek için çok şehit vermiştir. Yemen merkezden uzak olsa da kutsal toprakları elde tutma uğruna bir çok şehit verilmiştir. Müslüman toprağı olmasına karşın Yemen İngilizlerle işbirliğine giderek Osmanlıya karşı savaş açmıştır. Beş cephe de birden çarpışan Osmanlı kuvvetleri Anadolu’dan asker sevki yapmaktadır. Çarpışmalar o kadar şiddetli olmaktadır ki aileler Yemen’e cepheye giden evlatlarının artık geri dönmeyeceğini bilmektedirler. Bir çok aile cepheye gönderdikleri çocuklarından bir daha haber alamamışlardır. Hatta bazı askerler yıllar sonra savaş bitse de bu topraklardan geriye dönememişler sağ kalabilenler orada yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Bu acıyla Yemen Türküsü o devirlerde halkın dilinden düşmemiş etkilerini ve izlerini günümüze kadar bu türküyle taşımıştır. ​
     

Bu Sayfayı Paylaş