Deyimler / A - Z

'Türkçe-Edebiyat' forumunda Pl1 tarafından 29 Tem 2012 tarihinde açılan konu

Konu Durumu:
Özür dileriz,Bu konu cevaplara kapatılmıştır.
  1. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    DEYİM
    Deyimler, çoğunlukla gerçek anlamlarından farklı, kalıplaşmış sözcük grubudur.

    DEYİMLERİN ÖZELLİKLERİ
    * Deyimler kısa ve özlü sözlerdir.
    * Deyimler kural bildirmezler.
    * Deyimler kalıplaşmış sözlerdir.
    * Deyimler en az iki sözcükten oluşur.
    * Bazı deyimler eylem çekimi değiştirilerek atasözüne dönüşebilir. Bunun tam tersi de mümkündür.

    ATASÖZLERİ VE DEYİMLERİN BENZER YÖNLERİ
    * Kalıplaşmış olmak,
    * Topluma mal olmuş olmak,
    * Özlü söz olmak,
    * Söz ve anlatım sanatlarından yararlanmış olmak,

    TÜRKÇE'DE DEYİMLER
    * Sözcükleri genellikle mecaz anlamda kullanmak,
    * Ustaca ve bilgece söylenmiş olmak, deyimlerle atasözlerinin benzer yönleridir.

    ATASÖZLERİ İLE DEYİMLERİN FARKLI YÖNLERİ
    * Deyimlerin amacı, bir kavramı ya da durumu özel bir kalıp içinde ilgi çekici bir biçimde belirtmektir. Deyimler kural ya da yargı bildirmezler.
    * Atasözlerinin bazıları genel kural bildirir, bazıları da yargı niteliğindedir.

    KISALTMALAR
    alay: alay yollu argo: argo söz kaba: kaba konuşma mec: mecaz
    hkr: hakaret
    hlk: halk ağzında
    esk: eskiden
    tkz: teklifsiz konuşmada
     
    periza bunu beğendi.
  2. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - A -


    Aba altından sopa göstermek: Yumuşak görünmekle birlikte yine de gözünü korkutmak.
    Abayı sermek: Bir yere teklifsizce yerleşmek.
    Abayı yakmak: tkz. Gönül vermek, tutulmak.
    Abdestinde namazında: Dindar.
    Abdestinden şüphesi olmamak: Yaptığı işte kusuru olmadığını kesin olarak bilmek.
    Aç açık kalmak: Evsiz barksız kalmak.
    Aç kurt gibi: Yemeğe, üşüşmek veya saldırmak
    Acından ölmek: Açlıktan ölmek.
    Açık alınla: Başarı ve övünç ile.
    Açık kapı bırakmak: Gereğinde, bir konuya yeniden dönebilme imkânı bırakmak, kesip atmamak.
    Açık vermek: Geliri, giderini karşılamamak.
    Açığa alınmak: Görevine son verilmek.
    Açığı çıkmak: Saklamakla görevli bulunduğu paranın veya malın eksik olduğu anlaşılmak.
    Açıkta kalmak: İş ve görev bulamamak, yersiz yurtsuz kalmak veya birkaç kişinin birlikte eriştiği bir iyilikten yararlanamamak.
    Açıktan kazanmak: Emek ve sermaye koymadan kazanç sağlamak.
    Açıktan para almak: Bir iş veya mal için, kararlaştırılan ücret dışında para almak.
    Açlıktan gözü kararmak: Çok acımak.
    Açlıktan imanı gevremek: Çok acıkmak.
    Açlıktan ölmeyecek kadar: Pek az yemek.
    Aç gözünü, açarlar gözünü: Her zaman uyanık olmak gerekir, yoksa umulmadık bir anda büyük zararlarla, yüz yüze gelinebilir.
    Açtı ağzını, yumdu gözünü: Öfkelenerek veya kızarak ağır sözler söyleyenler için söylenir..
    Adı gibi bilmek: Çok iyi bilmek.
    Adı bile okunmamak: Hiç önem vermemek.
    Adı çıkmak: Kötü bir ün kazanmak.
    Adı geçmek: Anılmak, söz konusu olmak.
    Adı kötüye çıkmak: Ünü kötü olarak yayılmak.
    Adı üstünde: Adından belli olduğu gibi.
    Adı var: Yaşamayan, yalnızca hayalde var olan. Adını ağzına almamak: Kırgınlık ve kızgınlık gibi sebeplerle bir kimseden hiç söz etmemek.
    Adam almamak: Son derece kalabalık olmak.
    Adam beğenmemek: Herkesi değersiz görmek.
    Adam etmek: 1) Eğitmek, yetiştirmek, topluma yararlı duruma getirmek. 2) Bir yeri düzene sokmak veya bir şeyi işe yarar duruma getirmek.
    Adam gibi: Terbiyeli, akıllı uslu.
    Adam hesabına koymak: Değer vermek.
    Adam sırasına geçmek: Bir yeri veya özel bir değeri yokken artık kendisine önem ve değer verilmek.
    Adam yerine koymak: Değer vermek. Adama dönmek: Düzelmek.
    Adamdan saymak: Değer vermek.
    Adamına düşmek: Güzel bir rastlantı sonunda, o işten anlayanına, uzmanına denk gelme.
    Adamını bulmak: Bir işi yapabilecek ya da hâlledebilecek kişiyi bulmak.
    Adım atmak: Bir işe ilk kez girişmek. Adım atmamak: Gitmemek, uğramamak.
    Adımını attırmamak: Girmesine engel olmak.
    Adımını geri almak: Başlanan işten dönmek.
    Adımlarını sıklaştırmak: Daha küçük ve çabuk adımlar atarak hızlı yürümek.
    Afyonunu patlatmak (birinin): argo. Kendi keyfine dalmış olan birini öfkelendirmek.
    Ağına düşürmek: Tuzağına düşürmek.
    Ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz: Davranışlarına engel olacak hiçbir takıntısı yok.
    Ağır aksak yürümek: Pek yavaş ilerlemek.
    Ağır almak: Bir işte yavaş davranmak.
    Ağır basmak: mec. Gücü etkisi veya özelliği daha üstün ve belirgin olmak.
    Ağır kaçmak: şaka. Gücendirici olmak.
    Ağır satmak: Nazlanmak.
    Ağırdan almak: İşi süresinde bitirmemek. Ağırlığınca altın değmek: Çok değerli olmak.
    Ağız açmak: Söz söylemek, konuşmak.
    Ağız açtırmamak: Çok konuşarak başkalarının söz söylemesine, konuşmasına engel olmak.
    Ağız ağıza vermek: İki kişinin başkaları işitmeyecek biçimde konuşması.
    Ağız aramak: Öğrenmek istenilen şeyi söyletecek yolda dil kullanmak.
    Ağız birliği etmek: Söz birliği etmek.
    Ağız kalabalığına getirmek: Birini gereksiz sözler söylemek yolu ile şaşırtmak.
    Ağız yapmak: Birini kandırma, amacıyla, düşüncelerini başka türlü gösterecek biçimde konuşmak.
    Ağız yaymak: Dürüst konuşmaktan kaçınmak.
    Ağza düşmek: Dedikodu konusu olmak.
    Ağza koyacak bir şey: Yiyecek bir şey.
    Ağza tat, boğaza feryat: Az miktarda yiyecek
    Ağızda sakız gibi çiğnemek: Bir söz veya düşünceyi sık sık tekrarlayıp durmak.
    Ağzı açık ayran delisi: Yeni gördüğü her şeye şaşkınlıkla bakan, şaşıran.
    Ağzı açık kalmak: Çok şaşırmak, şaşakalmak.
    Ağzı burnu yerinde: Oldukça güzel, yakışıklı.
    Ağzı dili tutulmak: Beklenmedik bir durum karşısında heyecanlanmak, hayranlık duymak.
    Ağzı dolu dolu konuşmak: Heyecanlı konuşmak.
    Ağzı havada: Çevresinden habersiz, şaşkın.
    Ağzı kulaklarına varmak: Çok sevinmek.
    Ağzı kulaklarında: Çok sevinçli, mutlu.
    Ağzı oynamak: Bir şeyler yemek, ya da konuşmak.
    Ağzı sulanmak: İmrenmek.
    Ağzı torba değil ki büzesin: Herkesin dedikodu yapmasının önüne geçilemeyeceğini anlatır.
    Ağzına almamak: Söz konusu etmemek.
    Ağzına atmak: Yemek için ağza koymak.
    Ağzına bakakalmak: Sözlerine hayran kalmak.
    Ağzının içine bakmak: 1) Ne söyleyeceğini beklemek. 2) Onun sözüne göre davranmak.
    Ağzına baktırmak: Kendini zevk ile dinletmek.
    Ağzına bir kemik atmak: Birini, ona küçük bir çıkar sağlayarak susturmak.
    Ağzına bir parmak bal çalmak: Birini tatlı sözler söyleyerek veya çeşitli hediyeler vererek bir süre için kandırmak, veya oyalamak.
    Ağzına burnuna bulaştırmak: Bir işi beceremeyip berbat etmek, bozmak.
    Ağzına geleni söylemek: Nezaket dışına çıkarak ağır ve kırıcı sözler söylemek.
    Ağzına gem vurmak: Susturmak, söyletmemek.
    Ağzına kira istemek: Söylemesi beklenen şeyi söylemekte nazlı davranmak.
    Ağzına sürmemek: Bir şeyden hiç yememek.
    Ağzına tıkamak: Konuşmasına engel olmak.
    Ağzına tükürmek: Birini küçültmek üzere küfür olarak kullanılan uygunsuz sözler sarf etmek.
    Ağzına vur, lokmasını al: Yumuşak huylu kimseye her istenileni kolaylıkla yaptırabilme anlamında.
    Ağzına verilmesini beklemek: Çalışmayıp işlerinin başkaları tarafından yapılmasına beklemek.
    Ağzında bakla ıslanmamak: Sır saklamamak.
    Ağzında büyümek: Sevmediğinden veya içi almadığından yutmamak.
    Ağzında gevelemek: Açıkça söylememek.
    Ağzından bal akmak: Çok tatlı konuşmak.
    Ağzından çıkanı kulağı duymamak: Sözlerini tartmadan söylemek.
    Ağzından çıt çıkmamak: Hiç konuşmamak.
    Ağzından düşmemek: Her zaman sözünü etmek.
    Ağzından girip burnundan çıkmak: Türlü yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek, kandırmak.
    Ağzından lâkırdı almak: Karşısındakini konuşturarak birtakım gizli şeyleri öğrenmek.
    Ağzından lokmasını almak: Birinin hakkı olan şeyi ondan almak.
    Ağzını açacağına gözünü aç: Bazılarını uyarmak için "dikkatli ol uyanık ol!" anlamında kullanılır.
    Ağzını açıp gözünü yummak: Öfke ile ağzına gelen bütün ağır sözleri söylemek.
    Ağzını bozmak: Kaba konuşmak, küfretmek.
    Ağzım burnunu çarşamba çanağına çevirmek (veya pazarına): Kırıp parçalamak, dökmek.
    Ağzını havaya açmak (veya poyraza): alay. Umduğunu elde edememek.
    Ağzını hayra aç:Kötü ihtimaller söz konusu edildiğinde gerçekleşmemesi dileği ile söylenir.
    Ağzını kiraya vermek: Kendini de ilgilendiren bir konuda düşüncesini söylememek.
    Ağzını sıkı tutmak (veya pek): Sır vermemek.
    Ağzının tadını bilmek: 1) Güzel yemeklerden anlamak. 2) Her şeyin güzelini, iyisini bilmek.
    Ağzını yoklamak: Birinin bir şey hakkında bildiğini kendisine sezdirmeden söyletmeye çalışmak.
    Ağzının içine baktırmak: Sözlerini seve seve ve dikkatli dinletmek.
    Ağzının içine girmek: 1) Birine çok yanaşmak, iyice sokulmak. 2) Hayranlıkla, büyük bir zevkle seyredip dinlemek.
    Ağzının içi yangın yerine dönmek: Ağzının tadı bozulmak veya tat alma duyusunu yitirmek.
    Ağzının payını vermek: Verilen karşılıkla bir kimseyi söylediğine veya yaptığına pişman etmek.
    Ağzının perhizi yok: Ağzına geleni söyler.
    Ağzının tadı bozulmak: Kurulu düzeni bozulmak.
    Ağzının tadını kaçırmak: Bir kimsenin kurulu düzenini bozmak neşesini, keyfini bozmak.
    Ahbap çavuşlar: tkz. Her vakit birlikte görülen ve birbirine çok bağlı olan arkadaşlar için söylenir.
    Ahıra çevirmek: Bir yeri pis, bakımsız, dağınık, harap duruma getirmek.
    Ahrette on parmağı yakasında olmak: Kendisine karşı sorumlu olandan ahrette davacı olmak.
    Ak sakaldan yok sakala gelmek: Çok yaşlanıp iyice kuvvetten düşmek.
    Akla karayı seçmek: Bir işi yaparken çok sıkıntı çekmek, güçlüklerle karşılamak.
    Akıl var, yakın var: Kafa yormaya gerek yok.
    Aklı başka yerde olmak: Başka şeyler düşünmek.
    Aklı bir yerde olmak: Düşünülmesi gerekenden başka bir şey düşünmek.
    Aklı fikri bir şeyde olmak: Hep aynı şeyi düşünmek ve bu konuda yoğunlaşmak.
    Aklına turp sıkayım: tkz. Birinin düşüncesini ve yaptığını beğenmemek.
    Aklını basma almak: Akılsızca davranışlarda bulunmaktan kendini kurtarmak.
    Aklını bozmak: Bir şey üzerine düşerek hep onunla uğraşıp durmak.
    Aklının terazisi bozulmak: Akıllıca olmayan davranışlarda bulunacak bir duruma düşmek.
    Aklınla bin yaşa: şaka. Akla yakın görülmeyen bir düşünce ileri sürene söylenir.
    Akmasa da damlar: Az çok bir gelir sağlar.
    Akşam ahıra sabah çayıra: Hayatta yiyip içip yatmaktan başka kaygısı olmayanlar için söylenir.
    Akşamdan kavur, sabaha savur: Kazandığını günü gününe harcayan, tutumsuz kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.
    Alı al, moru mor: Telâş veya yorgunluktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş olmak.
    Alavere dalavere yapmak: Yalanla dolanla veya hile ile iş görmek.
    Alay gibi gelmek: İnanılacak gibi olmamak.
    Alayında olmak: İşi önem vermeyerek yapmak veya işi şaka konusu yapmak.
    Alçacık dağları ben yarattım demek: Çok kurumlu olmak, kendini çok beğenmek.
    Alın teri ile kazanmak: Hak ederek, çalışarak, emek vererek kazanmak.
    Alnına kara sürmek: Bir kimsenin haksız yere kötü tanınmasına yol açmak.
    Alnında yazılmış olmak: Bir olayın, kişinin başına gelmesini Allah'ın buyurmuş olduğuna inanmak.
    Alnını karışlamak: Meydan okumak.
    Alnının akı ile: Ayıplanacak bir duruma düşmeden, tertemiz, şerefiyle, başarı göstermiş olarak.
    Alış verişi kesmek: Biriyle ilgisi kalmamak.
    Ali'nin külahını Veli'ye, Veli'nin külahını Ali'ye giydirmek: Birinden aldığını ötekine, ötekinden aldığını bir başkasına vererek işini yürütmek.
    Allah bereket versin: Bir kazanç karşısında durumundan hoşnut olmayı belirtir.
    Allah inandırsın: İnanılması pek kolay olmayan bir şey anlatırken yemin yerine söylenir.
    Allah acısını unutturmasın: Allah bu acıyı unutturacak daha büyük bir acı göstermesin.
    Allah akıl fikir versin: Akılsızca bir davranışta bulunanlar için kullanılır.
    Allah aratmasın: Yakınılacak bir durumda, "Allah daha kötüsünü göstermesin", anlamında kullanılır.
    Allah bana, ben de sana: Şimdi sana borcumu ödeyecek param yok, kazanırsam öderim.
    Allah bir yastıkta kocatsın: Yeni evlenenlere, "bir arada yaşlanın", anlamında söylenen bir dilek.
    Allah düşmanıma vermesin: Anlatılan bir kötülüğün büyüklüğünü belirtmek için söylenir.
    Allah Halil İbrahim bereketi versin: Allah daha çok versin, bereket versin.
    Allah sağ gözü sol göze muhtaç etmesin: Allah kimseyi kimseye, en yakınlarına bile muhtaç etmesin.
    Allah var: Doğrusunu söylemek gerekirse.
    Allah yarattı dememek: Kıyasıya dövmek.
    Allah yazdı ise bozsun: Gerçekleşmesi istenmeyen bir olay veya durum için kullanılır.
    Allah yürü ya kulum demiş: Az zamanda çok kazananlar ve işinde çok ilerleyenler için söylenir.
    Al benden de o kadar: tkz. Ben de aynı durumdayım veya ben de aynı düşüncedeyim.
    Al birini, vur ötekine (veya birine): Hiçbiri işe yaramaz, hepsi bir ayarda.
    Al gülüm ver gülüm: 1) İki sevgilinin birbirine sevgi gösterisinde bulunmaları. 2) Bir kimseye yapılan hizmetin hemen karşılığını bekleme durumu.
    Al takke ver külah: Çekişe çekişe anlaşmak.
    Aldığı abdest ürküttüğü kurbağaya değmemek: Sağladığı yarar, verdiği zararı karşılamamak.
    Alıp sattığı olmamak: Hiç ilgisi bulunmamak.
    Alıp satmaz görünmek: İlgisiz görünmek.
    Alt yanı çıkmaz sokak: Sonu gelmeyen, sonuç alınamayan işler için söylenir.
    Altı alay üstü kalay: İçi, dışı gibi özenilmiş olmayan şeyler için söylenir.
    Altı kaval, üstü şişhane: Altı, üstüne uymaz.
    Altı yaş olmak: Böyle bir işe girişmekte sakıncalar bulunduğu anlaşılmak.
    Altında kalmamak: Karşılığını vermek, gördüğü iyilik veya kötülüğü karşılıksız bırakmamak.
    Altından Çapanoğlu çıkmak: Girişilen işte başa dert olacak bir durumla karşılaşmak.
    Altından kalkamamak: Bir işi başaramamak.
    Altını çizmek: Önemini belirtmek.
    Altını üstüne getirmek: Söz veya tutumuyla çevreyi birbirine düşürmek, karmakarışık etmek.
    Alttan almak: Sen konuşan birine karşı yumuşak ve olumlu davranmak.
    Altın adı pul oldu, kız adı dul oldu: Uygunsuz davranışları yüzünden temiz kişiliği lekelendi.
    Altın adını bakır etmek: Kötü işler yaparak temiz ve parlak ününü karartmak.
    Altın kesmek: Çok para kazanır olmak.
    Altın leğene kan kusmak: Varlık içinde hastalık veya sıkıntı çekerek yaşamak.
    Altın topu: Güzel ve tombul kucak çocukları için bir benzetme sözü olarak kullanılır.
    Aması var: Bilinmeyen, sakıncası veya kusurları olan şeyler için söylenir.
    Anam avradım olsun: argo. Birini kesin olarak inandırmak için söylenen çok kaba bir yemin.
    Anan yahşi baban yahşi: Birini, bir işe razı etmek için gereğinden çok överek yumuşatmak amacı güdüldüğünü başkasına anlatırken kullanılır.
    Ananın ak sütü gibi (heîâl olsun): Anamın sütü bana nasıl helâl ise, bu da sana öyle helâl olsun.
    Anası ağlamak: Çok sıkıntı çekmek.
    Anası danası: Soyu sopu, bütün aile.
    Anasından doğduğuna pişman: 1) Çok tembel, üşengeç. 2) Canından bezmiş.
    Anasından doğduğuna pişman etmek: Çok eziyet etmek, çok üzmek bezdirmek.
    Anasından emdiği süt burnundan gelmek: Bir işi yaparken çok sıkıntı çekmek.
    Anasını ağlatmak: kaba. Bir kimseye çok eziyet etmek, çok sıkmtı çektirmek.
    Anasının gözü: argo. Çok kurnaz, dalavereci.
    Anasının nikâhını istemek: Bir şeye değerinden çok para istemek.
    Anahtarı beline takmak: Yönetimi ele almak.
    Aptal yerine koymak: Anlamaz, bilmez sanmak.
    Ar belâsı: Namusuma dil uzatılır belası.
    Ar damarı çatlamış: Utanması kalmamış.
    Ar namus tertemiz: Utanması olmayan.
    Ar ve haya perdesi yırtılmak: Utanmamak.
    Ar yılı değil, kâr yılı: Birinin sıkılmayı bir yana bırakarak yalnız çıkarma baktığı anlatılırken söylenir.
    Arada kalmak: İki tarafı uzlaştırmak üzere araya girme dolayısıyla güç duruma düşmek.
    Aradan çekilmek: O olayla ilgilenmemek.
    Aralarında dağlar kadar fark olmak: Aralarında her yönden büyük ayrılıklar bulunmak.
    Aralarından su sızmamak: Birbirleriyle çok yakın, sıkı fıkı arkadaşlık kurmak.
    Aralarını bulmak: Birbirleriyle anlaşamayan iki kişiyi uzlaştırmak, barıştırmak.
    Arası hoş olmamak: 1) 0 şeyden hoşlanmamak. 2) Aralarında, geçimsizlik olmak.
    Araya soğukluk girmek: Dostluk bağı gevşemek.
    Arayı açmak: Aradaki uzaklık artmak.
    Arayı soğutmak: Zaman geçmek, eski yakınlık, dostluk kalmamak.
    Arayı yapmak: 1) Araları açılmış iki kişiyi barıştırmak. 2) Arası açılmış kimse ile barışmak.
    Aramak taramak: Dikkatle aramak, çok aramak.
    Arap gibi olmak: Simsiyah olmak, kararmak.
    Arap olayım (şaka yollu): Söylenen bir şeyin doğruluğuna inandırmak için söylenir.
    Arı gibi sokmak: İğnelemek, acı söz söylemek.
    Arkada bırakmak: Birinden daha ileri gitmek.
    Arkadan vurmak: mec. Bir kimsenin kendisine güvenen ve inanan birine gizlice kötülük etmesi.
    Arkasında dolaşmak: Bir işi yaptırmak için ilgili veya yetkili bir kimsenin uğradığı yerlere giderek görüşme fırsatı aramak.
    Armutun sapı var, üzümün çöpü var demek: Her şeye kusur bulmak, hiçbir şeyi beğenmemek.
    Ardından atlı kovalamak: Bir işi gereksiz bir telâşla yapanlar için söylenir.
    Ardından sapan taşı yetişmez: Bir kimsenin çok hızlı gittiğini anlatmak için kullanılır.
    Aslı astarı: İşin iç yüzü, gerçek şekli.
    Astığı astık, kestiği kestik: Acımasız, çok sert veya istediği gibi davranan kimseler için kullanılır.
    Astarı yüzünden pahalı olmak: Bir işin ayrıntılarına harcanılan para veya emek, elde edilen sonucun değerini aşmak, masraflı olmak.
    Aşağıdan almak: Sert konuşan bir kimseye yumuşak bir dil kullanmak, alttan almak.
    At başı gitmek: Eşit durumda olmak.
    At çalındıktan sonra ahırın kapısını kapamak: İş işten geçtikten sonra önlem almak.
    At hırsızı gibi: Kılık kıyafeti ve tutumu güven vermeyen kişiler için söylenir.
    At izi it izine karışmak: İyiyi kötüden ayıramaya-cak bir durum ortaya çıkmak.
    At koşturmak: Geniş, alabildiğine rahat hareket edebilecek bir ortam yaratmak veya bulmak.
    At var, meydan yok: Yapacak güç var, ama kullanma imkânı yok.
    Ata et, ite ot vermek: Bir işi ters yapmak.
    Atı alan Üsküdar'ı geçti: Fırsatın kaçırıldığını, artık yapılacak bir şey kalmadığını anlatır.
    Atın ölümü arpadan olsun: Çok sevilen bir şey yapılırken veya sevilen bir yiyecek yenilirken sonuç kötü de olsa katlanılacağını anlatır.
    Attan inip eşeğe binmek: Bulunduğu önemli görevden daha aşağı bir göreve getirilmek.
    Atadan babadan görmek: Gelenek hâlinde eskiden beri bilmek, yapmak, uygulamak.
    Ateş bacayı sarmak: Bir olayın, önüne geçilemez, tehlikeli bir durum alması.
    Ateş olsa cürmü kadar yer yakar: Hasmın pek önemsenmediğini anlatır.
    Ateş püskürmek: Şiddetli, öfkeli konuşmak.
    Ateş saçmak: Çok kızmak, çok öfkelenmek.
    Ayak çekmek: mec. Kandırmaya çalışmak.
    Ayak diremek: Bir düşünceyi, bir davranışı sonuna kadar sürdürmek, tutumundan şaşmamak.
    Ayak sürümek: 1) Verilen bir işi ağırdan almak. 2) Gönderilen yere isteği ile gitmemek.
    Ayak uydurmak: mec. Kendi gidiş ve davranışını başkasmmkine benzetmek.
    Ayak yapmak: Birini aldatmaya, çalışmak.
    Ayağa kaldırmak: Telâş ve heyecana düşürmek.
    Ayağa kalmak: mec. Telâşlanmak, heyecanlanmak. İyi olmak, iyileşmek.
    Ayağı alışmak (veya) alışmamak: Bir yere sürekli gitmek veya gitmemek.
    Ayağı dolaşmak: Yürürken telâştan ayakları birbirine takılmak.
    Ayağı düze basmak: Güçlükleri yenerek ilerisinden korkmayacak bir duruma gelmek.
    Ayağı yerden kesilmek: Bir taşıta binip yaya yürümekten kurtulmak.
    Ayağına bağ olmak: Bulunduğu yerden ayrılmasına veya yaptığı işi sürdürmesine engel olmak.
    Ayağına bağ vurmak: Önüne engel çıkarmak.
    Ayağına çelme takmak: Birinin işinde yükselmesine engel olmak.
    Ayağına getirmek: Sıra, saygı gözetmeksizin birinin yanma gelmesini sağlamak.
    Ayağına gitmek: Alçak gönüllülük ederek veya saygı göstererek birinin yanma varmak.
    Ayağına ip takmak: Bir kimseyi çekiştirmek.
    Ayağına kapanmak: Alçalırcasma yalvarmak.
    Ayağına kira istemek: Gelmeye nazlanmak.
    Ayağına üşenmemek: Hamarat olmak, ayak işlerini bıkmadan, yorulmadan yapmak.
    Ayağını bağlamak: Engel olmak.
    Ayağını kesmek: Artık uğramaz olmak.
    Ayağını denk almak: Başkalarından gelebilecek kötülüklere karşı uyanık davranmak.
    Ayağını kaydırmak: Bir yolunu bulup birinin işinden veya görevinden uzaklaştırılmasını sağlamak.
    Ayağının altına karpuz kabuğu koymak: Bir kimseyi bir düzenle işinden uzaklaştırmak.
    Ayağının bağını çözmek: 1) Karısını boşamak; 2) Serbest davranmasını engelleyen ilişkilere son vermek.
    Ayağının bastığı yerde ot bitmez: Uğradığı yere bereketsizlik, uğursuzluk getirir.
    Ayağının tozu ile: Gelir gelmez, dinlenmeden.
    Ayağının türabı olmak: Birinin başka birine bağlanıp onun her emrini yerine getirmesi.
    Ayaklarına kara su inmek: Uzun süre ayakta kalmak veya yürümekten çok yorulmak.
    Ayaklarının ucuna basmak: Çok yavaş, sessiz, gürültü yapmamaya özen göstererek yürümek.
    Ayakaltında bırakmak: Ezilmesine, yok olmasına göz yummak, korumamak.
    Ayakaltında dolaşmak: Gereksiz yere herkesin işine engel olacak biçimde ortalıkta dolaşmak.
    Ayaz kesmek: Uzun süre soğukta kalıp üşümek.
    Ayı yavrusuyla oynuyor: İri ve yetişkin birinin, ufak tefek birine, el şakası yapması veya gücünü onda denemesi karşısında ayıplama yollu söylenir.
    Ayının kırk türküsü var, kırkı da ahlat üstüne: Hep aynı şeyi ve hikâyeyi anlatmak.
    Ayıya kaval çalmak: Anlayışsız bir kimseye bir şey anlatmaya çalışmak.
    Ayıyı vurmadan postunu satmak: Henüz ele geçmemiş bir şey üzerinde hesap yapmak.
    Ayılıp bayılmak: 1) Birini kendinden geçercesine sevmek. 2) Aşırı ölçüde sinir bunalımları geçirmek.
    Ayıptır söylemesi: 1) "Bunu söylemek size karşı saygısızlık olacak ama söylemek zorundayım" anlamında özür dilemek için kullanılır.
    Aynı yolun yolcusu: Sonları birbirine eş olan.
    Ayranım budur, yarısı sudur: Yapılan bir işin yarım yamalak olduğu bildirilmek için kullanılır.
    Ayrı düşmek: mec. Uyuşmamak.
    Ayrısı gayrısı olmamak: Birbirinden hiçbir şey esirgemeyecek durumda olmak.
    Ayrıntılara inmek: Bir konuyu en küçük noktasına kadar inceleyip araştırmak.
    Ayva göbekli: Göbeği çukur olan kimse.
    Ayvayı yemek: argo. Kötü duruma düşmek.
    Az buz olmamak: Azımsanacak kadar olmamak.
    Aza çoğa bakmamak: Olanla yetinmek.
    Azı çoğa saymak: Verilen küçük bir armağanı çok değerli ve kabul etmek.
    Azrail'e bir can borcu olmak: 1) Nasıl olsa öleceğini kabul etmek. 2) Hiç kimseye borcu kalmamak, bütün borçlarından kurtulmak.
    Azrail'le burun buruna gelmek: Ölümle karşı karşıya gelmek.

     
    periza bunu beğendi.
  3. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - B -


    Barutla oynamak: Tehlikeli işlerle uğraşmak.
    Basamak yapmak: mec. Bir durumu daha yükseğine erişmek için araç olarak kullanmak.
    Basireti bağlanmak: İyi düşünememek.
    Baskın çıkmak: Üstünlüğünü göstermek.
    Basıp gitmek: Birden bire gitmek.
    Bastığı yeri bilmemek: 1) Çok sevinmek. 2) Şaşkınlıktan durumunu kontrol edememek.
    Baston gibi: Dimdik duran veya yürüyen kişi.
    Baş ağrısı olmak: Sıkıntı vermek, uğraştırmak.
    Baş ağrıtmak: Tedirgin etmek, bıkkınlık vermek.
    Baş alamamak: Çok uğraşılan bir konu yüzünden vakit ve fırsat bulamamak.
    Baş aşağı düşmek: Kişiliğinden kaybederek toplum içindeki durumu sarsılmak.
    Baş başa: Biriyle bir kenara çekilip konuşmak.
    Baş döndürmek: Başarıdan, gururdan, sevinçten çok mutlu duruma getirmek.
    Baş edebilmek: Bir kimseyi yola getirmeye veya bir şeyi yapmaya gücü yetmek.
    Baş eğmek: Direnmeyip buyruk altına girmek.
    Baş etmek: Gücü yetmek.
    Baş göstermek: Belirmek, ortaya çıkmak.
    Baş göz etmek: hlk. Evlendirmek.
    Baş komak: Birşey uğruna ölümü göze almak.
    Baş tutmak: Elebaşı olmak.
    Baş üstünde tutmak: Çok iyi ağırlamak.
    Baş vermek (Çıban): Olgunlaşmak.
    Başa güreşmek: mec. En üstün sonucu elde etmek için mücadele vermek.
    Başı bağlanmak: 1) Biri evlendirilmek. 2) Birini yandaş olarak kazanmak, kendi yanında tutmak.
    Başı bütün: Eşi hayatta olan karı veya koca.
    Başı çatlamak: Başı çok ağrımak.
    Başı için (birinin): "Çocuğunuzun başı için"; "annenizin başı için", gibi sözlerle değerli bir kişi ortaya konarak kullanılan ant veya yalvarma sözü.
    Başı kalabalık: Yanında bir işi konuşamayacak kadar çok kimse var.
    Başı kazan gibi olmak: Başında çok ağrı ve uğultulu bir sersemlik olmak.
    Başı yastığa düşmek: Yorgunluktan veya güçsüzlükten uykuya dalmak.
    Başı yerde: Utançla, kırgınlıkla, üzüntüyle.
    Başı yukarda: Onurlu, kibirli, kendini beğenmiş.
    Başım gözüm üstüne: Belirtilen istekleri içtenlikle yapmayı kabul etmeyi anlatır.
    Başına balta kesilmek: Sürekli istemek, ısrar etmek, inat etmek.
    Başına bir hâl gelmek: 1) Kötü duruma uğramak. 2) Ölüm ihtimalini bildirmek için kullanılır.
    Başına buyruk: Kimseden izin almaksızın dilediği gibi davranan.
    Başına çıkarmak: Şımartmak, çok yüz vermek.
    Başına çorap örmek: Birine, haberi olmadan kötü duruma düşürücü davranışta bulunmak.
    Başına dert etmek: Bir şeyi üzüntü konusu yapmak.
    Başına devlet kuşu konmak: Beklemediği büyük bir nimeti ele geçirmek.
    Başına dikmek: Birini veya bir şeyi korumak için bir kimseyi görevlendirmek.
    Başına geçmek: 1) Görevi altında bulundurmak. 2) Bir yönetimini ele almak. 3) Bir işi yapmaya başlamak.
    Başına iş açmak: Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak.
    Başına taç etmek: Çok değer vermek.
    Başına vur, ağzından lokmasını al: Uysal ve sessiz kimseler için kullanılır.
    Başında kavak yeli esmek: 1) Sorumluluk duygusundan uzak, zevk eğlence peşinde koşmak. 2) Gerçekleşmeyeceğini düşünerek vakit geçirmek.
    Başında paralansın: Yapılan bir iyilik çok söylendiğinde o iyiliğin artık istenmediğini belirtir.
    Başında torbası eksik: Eşek gibi bir adam.
    Başından almak: Kurtulmak.
    Başından büyük işlere girişmek: Gücünün üstünde olan işlere kalkışmak.
    Başından korkmak: Hayatından kaygı duymak.
    Başını alamamak: Bir şeyden kurtulamamak.
    Başını alıp gitmek: İzin almadan ve gideceği yeri bildirmeden gitmek, sıvışmak.
    Başını bağlamak: Nişanlamak ya da evlendirmek.
    Başını bir yere bağlamak: Birini bir işe yerleştirmek, işsizlikten, başıboşluktan kurtarmak.
    Başını dik tutmak: Onurunu korumak.
    Başını dinlemek: Sessiz, sakin kalmak.
    Başını döndürmek: 1) Mutluluktan yarı sarhoş duruma getirmek. 2) Kendine hayran bırakmak.
    Başını gözünü yarmak: Bir işi kötü yapmak.
    Başını kaldırmamak: 1) Bir işi aralıksız sürdürmek. 2) Iyileşememek, yataktan çıkmamak.
    Başını yemek: Yok olmasına sebep olmak.
    Başının çaresine bakmak: Kimseden yardım görmeden kendi işini kendi yapmak.
    Başının derdine düşmek: Başka bir şeyle ilgilenmeyecek kadar sıkıntılı durumda bulunmak.
    Başının dikine gitmek: Kendi görüşünün en iyi olduğuna inanarak kimsenin, uyarısını dinlememek.
    Başının etini yemek: Karşısındakini bezdirinceye, bıktırmcaya kadar sürekli konuşmak.
    Başının gözünün sadakası: Başa gelecek bir belâyı savmak veya önlemek için yapılan bağış.
    Başta gelmek: Üstün durumda olmak.
    Başta taşımak: Çok saygı göstermek.
    Baştan aşmak: Pek çok olmak, pek çoğalmak.
    Baştan çıkarmak: Doğru yoldan saptırmak.
    Baştan kara gitmek: Sonunu düşünmeyerek hesapsız ve batarcasma yaşamak.
    Başı boş bırakmak: mec. Hiçbir şart koşmadan,onu kendi havasına bırakmak.
    Battı balık yan gider: İşler kötü gittiğine göre artık istenildiği gibi davranılabilir.
    Bayrak gibi: Kendini belli edecek bir biçimde.
    Bayram haftasını mangal tahtası anlamak: Sözü, konu ile ilgisiz biçimde ters anlamak.
    Bayram koçu gibi: Gösterişli ve zevksiz bir biçimde üslenmiş olan.
    Bayramda seyranda: Seyrek olarak, arada sırada.
    Bayramdan bayrama: Çok seyrek olarak.
    Beli bükülmek: Yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamayacak duruma düşmek.
    Belini bükmek: Çaresizlik içinde bırakmak.
    Belini doğrultmak: Yeniden durumunu düzeltmek.
    Belinden gelmek: Birinin dölü olmak.
    Belâsını bulmak: Hak ettiği cezayı görmek.
    Beleşe konmak: Emeksiz, parasız elde etmek.
    Ben hancı, sen yolcu oldukça: Özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe seninde bana işin düşer.
    Benden söylemesi: Ben üzerime borç saydığım şeyi söyledim, kendimi suçlu saymam.
    Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur: "Çok çalışmasına karşılık verimli ve yararlı olmuyor" anlamında kınama veya eleştiri belirtmek için kullanılır.
    Benzi sararmak: Yüzünün rengi solmak.
    Benzine kan gelme: Sağlıklı duruma gelmek.
    Benliğinden çıkmak: Değişmek.
    Beş paralık olmak: Kusurları açığa çıkmak.
    Beşikten mezara kadar: Ölünceye kadar.
    Beşlik simit gibi kurulmak: Kendine değer vererek bir yere yayılıp oturmak.
    Beyni bulanmak: 1) Sersemlemek, düşünemez olmak. 2) Kötü bir şey sezinlemek.
    Beyni karıncalanmak: Zihin yorgunluğundan düşünemez olmak.
    Beyni kaynamak: Aşırı sıcaktan sersemlemek.
    Beyni sıçramak: Aklı faşından gitmek.
    Beyni sulanmak: Bunamak.
    Beyninde şimşekler çakmak: 1) Çok üzülmek, sarsılmak. 2) Zihninde birden bir düşünce doğmak.
    Beyninden vurulmuşa dönmek: Beklenmedik bir durum karşısında çok üzülmek, şaşırmak.
    Bıçak bıçağa gelmek: Bıçakla birbirine saldıracak kadar zorlu kavga etmek.
    Bıçak kemiğe dayanmak: Çekilen sıkıntı artık katlanılamayacak bir duruma gelmek.
    Bıraktığım çayırda ödüyorsun: hlk. Uzun süredir hiçbir ilerleme ve değişiklik gösteremiyorsun.
    Bıyık altında gülmek: Birinin durumuna belli etmemeye çalışarak gülümsemek.
    Bıyığını silmek: Bir işi olmuş bitirmiş sayarak onunla uğraşmaktan vazgeçmek.
    Bildiğinden şaşmamak: Hiçbir etkiye aldırış etmeyerek doğru bildiği davranışı sürdürmek.
    Bildiğini okumak: Herkes ne derse desin bildiği, istediği gibi davranmak.
    Bildiğini yedi mahalle bilmez: Bir kimsenin çok kurnaz, çok bilmiş olduğunu anlatır.
    Bin derde deva: Pek çok işe yarayan.
    Bin dereden su getirmek: Birini kandırmak için birçok sebep ileri sürmek, dil dökmek.
    Bin kalıba girmek: Birbirine benzeyen birçok iş yapmak, sürekli olarak düşünce değiştirmek.
    Bin pişman olmak: Çok pişman olmak.
    Bin tarakta bezi olmak: Birçok işle uğraşmak.
    Bin zahmetle: Çok zor, büyük zorlukla.
    Bini aşmak: Çok fazla olmak.
    Bini bir paraya: Pek çok ve ucuz.
    Bir elinin verdiğini öbür elin duymasın: Yapılan bir iyilik gizli tutulmalı, onunla övünülm emelidir.
    Bir arpa boyu: Çok az, ilerlemek.
    Bir atımlık barutu olmak: Bir konuda yapabileceği çok az şeyi bulunmak.
    Bir ayağı çukurda olmak: Çok yaşlanmış olmak.
    Bir baltaya sap olmak: Belirli bir işi olmak.
    Bir bardak suda fırtına koparmak: Önemsiz, küçük bir sorunu büyütmek.
    Bir ben, bir de Allah bilir: Sıkıntılı durumlarda söylenilen bir deyimdir.
    Bir biçimine getirmek: Çözüm yolu bulmak.
    Bir bu eksikti: Sıkıntılı durum varken bir yenisinin çıkması üzerine söylenir.
    Bir çırpıda: Bir ele alışta, çabuk, çabucak.
    Bir çuval inciri berbat etmek: Düzelmekte olan bir durumu yersiz, yanlış davranışlarla bozmak.
    Bir dediği bir dediğini tutmamak: Söyledikleri birbirine uymamak, tutarsız konuşmak.
    Bir dediği iki olmamak: Her istediği yapılmak.
    Bir deri bir kemik kalmak: Çok zayıflamak.
    Bir dikili ağacı olmamak: Malı mülkü olmamak.
    Bir dostluk kaldı: Az bir mal kalınca satıcıların kullandığı bir özendirme sözü.
    Bir dudağı yerde bir dudağı gökte: Masallardaki dev gibi korkunç ve çirkin.
    Bir elle verdiğini öbür elle almak: Yapar göründüğü bir iyiliği, sağladığı bir çıkarla ödetmek.
    Bir elmanın yarısı o, yarısı bu: Birbirlerine çok benzeyen kimseler için kullanılır.
    Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır: İyilik küçük de olsa unutulmaz.
    Bir gömlek aşağı: Bir derece daha düşük.
    Bir gömlek fazla eskitmiş olmak: Birinden daha yaşlı ve daha görmüş geçirmiş olmak.
    Bir göz gülmek: Hem gülüp hem ağlamak.
    Bir gün evvel: Olabildiği kadar çabuk.
    Bir günden bir güne: Hiç, hiçbir zaman.
    Bir günlük beylik beyliktir: Hoşa giden bir durum, kısa da sürse çekici ve güzeldir.
    Bir hâl olmak: 1) Bir şeyin çok tekrarlanması yüzünden bitkin duruma gelmek. 2) Huyu değişmek.
    Bir hoş eylemek: Hüzünlendirmek.
    Bir hoş olmak: 1) Şaşırmak. 2) Hüzünlenmek.
    Bir kapıya çıkmak: Aynı sonuca varmak.
    Bir kaşık suda boğmak: Bir kimseye çok kızmak veya çok öfkelenmek.
    Bir kazanda kaynamak: Anlaşmak, uyuşmak.
    Bir kol çengi (olmak): Şen sözler ve davranışlarla evresine neşe saçanlar için söylenir.
    Bir tahtası eksik: tkz. Akılca eksik, yanm akıllı.
    Bir taşla iki kuş vurmak: Bir davranışla birden çok yararlı sonuca ulaşmak.
    Bir tek atmak: Bir kadeh içki içmek.
    Bir torba kemik: Çok zayıf.
    Bir tutmak: Eşit saymak, eşit görmek.
    Bir yakadan baş çıkarmak: Bir çatı altında dirlik düzenlik içinde yaşamak.
    Bir yaşına daha girmek: Şimdiye değin görmediği şaşılacak yeni bir şeyle karşılaşmak.
    Bir yiyip bin şükretmek: Kötü durumda olanlara bakarak kendi durumunun değerini bilmek.
    Birbiri üstüne gelmek: Arkası arkasına gelmek.
    Birbirine düşmek: Araları açılmak.
    Birbirine girmek: Kavga etmek, dövüşmek.
    Birbirine katmak: Aralarını açmak, aralarım bozmak, olay çıkarmak.
    Birbirini yemek: İki veya daha çok kimse birbirleriyle uğraşmak, birbirine kötülük etmek.
    Birbirinin ağzına tükürmek: [ı]tkz.[/ı] Bir sorunda bir olayda sözleşmiş gibi, ağız birliği yapmak.
    Bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek: Verimi az, zahmeti çok bir işte uğraşmak.
    Biri eşikte biri beşikte: Ufak çocuğu çok olan kimseler için söylenir.
    Bir kalem geçmek: Bir an için göz ardı etmek.
    Biti kanlanmak: Sıkıntı içinde yaşarken birden para ve varlık yönünden güçlenmek.
    Biz attık kemik diye, el kaptı ilik diye: Bizim işe yaramaz diye vazgeçtiğimiz şeyi başkaları değerli buldu.
    Biz bize benzeriz: Aramızda fark yok.
    Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz: Birbirimizi çok yakından tanırız; onun öyle bir üstün durumu olmadığını hepimiz biliriz.
    Bizim gelin bizden kaçar, tutar ellere başını açar: Bize yabancı duran yakınımız, dostumuz, akrabamız başkalarına içtenlikle, yardım eder.
    Boğaz boğaza gelmek: Zorlu kavga etmek.
    Boğaz derdi: 1) Geçim için uğraşma. 2) Yemek pişirme, hazırlama sıkıntıları.
    Boğaz içinde kavga var: Aşırı bir biçimde açlığını gidermeye çalışanlar için söylenir.
    Boğazı inmek: Bademcikleri şişmek, iltihaplanmak.
    Boğazına dizilmek: İsteksiz yemek, iştahı kesilmek.
    Boğazına indirmek: Çok ve gelişi güzel yemek.
    Boğazına sarılmak: Üstüne yürümek.
    Boğazında düğümlenmek: Söylemek istediğini heyecan veya üzüntü yüzünden diyememek.
    Boğazında kalmak: Ağzındaki lokmayı üzüntü dolayısıyla yutamaz duruma gelmek.
    Boğazından geçmemek: Sevdiği bir kimsenin yokluğu veya yoksulluğu dolayısıyla bir yiyeceği yalnız başına yemekten üzüntü duymak.
    Boğazını sıkmak: Bunaltmak, sıkıntı vermek.
    Bol keseden: Bol bol, ölçüsüz, çok.
    Borç bini aşmak: Pek çok borçlu olmak, borcunun altından kalkılamayacak duruma düşmek.
    Borca batmak: Çok borçlu olmak.
    Borusu ötmek: hlk. Sözü geçmek, yetkisi olmak.
    Boş gezmek: İşsiz güçsüz dolaşmak.
    Boş atıp dolu tutmak: Umutsuz olarak girişilen bir işten, iyi sonuç almak.
    Boş bulunmak: 1) Dikkatsiz ve dalgın bulunmak. 2) Söylenmesi sakıncalı olan bir şeyi söyleyivermek.
    Boş gözlerle bakmak: Anlamsız bakmak.
    Boş koymak: Yoksun bırakmak, mahrum anlatmak.
    Boy ölçüşmek: Yarışmak.
    Boyu bacadan mı aştı?: Daha evlenecek yaşta olmayan kızlar için söylenir.
    Boyu boyuna, huyu huyuna uymak: Eş veya arkadaşlar arasında her bakımdan uygunluk olması gerektiğini anlatır.
    Boyun bir karış uzadı: alay. Gereği olmayan o işi yapmakla sanki yükseldin anlamında söylenir.
    Boyuna boşuna bakmadan: Fizik yapısının gereğince gelişmemiş olmasını dikkate almadan.
    Boyunun ölçüsünü almak: Kendi yetersizliğini ve beceriksizliğini anlamak ya da birinden beklediği yakınlığı görememek.
    Boynuz isterken kulaktan olmak: Daha iyisini, mükemmelini ararken mevcut olanı yitirmek.
    Boyun vermek: Buyruk altına girmek.
    Boynu armut sapına dönmek: Çok zayıflamak.
    Boynu eğri: Herhangi bir sebeple birine karşı direnecek veya söz söyleyecek durumda olmamak.
    Boynu kıldan ince olmak: Haksız olduğu anlaşıldığında verilecek her cezaya razı olmak.
    Boynunda kalmak: Bir sözü iletmediği veya birine ödenecek parayı ödemediği için üzerinde borç kalmak.
    Bozuk para gibi harcamak: Değerini düşürecek biçimde bir kimseden yararlanmaya kalkışmak.
    Bozuntuya vermemek: Bir kimsenin hoşa gitmeyen bir durumunda fark etmemiş gibi davranmak.
    Böyle başa, böyle traş: Her kişiye, durumuna uygun şekilde davranmak gerekir.
    Bu abdestle daha çok namaz kılınır: Bir tutum veya davranışın etkisinin sürekli olacağını anlatır.
    Bu kadar kusur kadı kızında da bulunur: Bu üzerinde durulmaya değmeyecek küçük bir kusurdur.
    Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!: Sözleri ve davranışları birbirini tutmuyor, çelişiyor, anlamında.
    Bu sıcağa kar mı dayanır?: Aşırı harcamalarla eldeki imkânların tükeneceğini anlatır.
    Bu değdi bu değmedi diyerek: Birçok şey arasından, iyilerini seçmeye başlamışken önce beğenmeyip bıraktıklarını sonradan, yeniden seçip almak.
    Bugünden yarına: Az zaman sonra.
    Bugüne bugün: "Unutma ki", "şunu iyi bil ki" anlamında kullanılır.
    Bukalemun gibi renkten renge girmek: Sürekli düşünce değiştirmek.
    Bulup buluşturmak: Çaba göstererek bulmak.
    Bulut gibi: Çok sarhoş.
    Burnu sürtmek: Sıkıntı çektikten sonra, daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek. ,
    Burnundan ayrılmamak: Yanından gitmemek.
    Burnundan kıl aldırmamak: Kendisine hiç söz söyletmemek, çok huysuz olmak.
    Burnunu sıksan canı çıkacak: Çok zayıf ve güçsüz kimseler için kullanılır.
    Burnunun dibine sokulmak: Çok yaklaşmak.
    Burnunun ucunu görmemek: Çok sarhoş olmak.
    Burnu havada: Kendini çok beğenmiş (olmak).
    Buzlar çözülmek: mec. Aradaki soğukluk, dargınlık, gerginlik ortadan kalkmak.
    Bülbül gibi bilmek: Çok iyi öğrenmiş olmak.
    Bülbül gibi söylemek: Hiçbir şey saklamadan bildiklerini söylemek, itiraf etmek,
    Büyük görmek: Kendini veya başkasını olduğundan üstün saymak, yüceltmek.
    Büyük oynamak: mec. Büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek.
    Büyükle büyük, küçükle küçük olmak: Her yaş ve durumdaki kişilere karşı dostça, arkadaşça davranmak.
    Büyüklük satmak: Gururlanıp üstünlük taslamak.
     
    periza bunu beğendi.
  4. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - C Ç -


    Cadı kazanı: Dedikodunun, fesadın çok olduğu yer.
    Can alacak nokta: Bir şeyin en önemli yeri.
    Can baş üstüne: İstenilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını anlatmak için söylenir.
    Can beslemek: 1) Kaygısızca yiyip içip rahatına bakmak. 2) Başkasının yiyeceğini içeceğini sağlamak.
    Can borcunu ödemek: Ölmek.
    Can cana, baş başa: Herkesin kendi canının derdine düştüğü tehlikeli bir durumu anlatır.
    Can çekişmek: Ölmek üzere bulunmak.
    Can dayanmamak: Bir şey karşısında insanın dayanıklılığı elden gitmek. .
    Can derdine düşmek: Ölüm korkusuna kapılmak.
    Canı ağzına gelmek: Büyük bir tehlike karşısında ölecekmiş gibi bir korkuya kapılmak.
    Canımı sokakta bulmadım: Tehlikeye veya herhangi bir sıkıntıya katlanmaya hiç niyetim yok.
    Canına okumak: tkz. Berbat ve perişan etmek.
    Canına tak demek: Dayanamaz duruma gelmek, sabrı kalmamak.
    Canına yandığım: argo. Sevgi, hayranlık ve öfke gibi türlü duygular anlatır.
    Canından geçmek: Ölmek için hazır olmak.
    Canını bağışlamak: Öldürülmesi gerekirken birini öldürmekten vazgeçmek.
    Canını cehenneme göndermek: argo. Öldürmek
    Canını dar atmak: Bir tehlikeden güçlükle kurtularak bir yere sığınmak.
    Canını sıkmak: Keyfini bozmak, neşesini kaçırmak.
    Canını sokakta bulmak: Sağlığı korumak gerektiğini anlatan bir söz.
    Canını vermek: 1) Kendini feda etmek. 2) Hiçbir şey esirgememek. 3) Bir şeye çok düşkün olmak.
    Canını yakmak: 1) Acı verecek biçimde cezalandırmak. 2) Bir kimseyi, çok zarara sokmak.
    Canının derdine düşmek: Canından başka bir şey düşünmeyecek kadar sıkıntıda olmak.
    Can ciğer kuzu sarması: İçli dışlı, candan.
    Cascavlak kalmak: Bütün imkânları elinden alınmış olarak ortada kalmak.
    Cehenneme kadar yolu var: "Defolsun, istediği yere kadar gitsin, korkum yok" anlamında sövme.
    Cehennemin bucağı: Çok uzak yer.
    Cebi delik (kimse): Para tutmayan, parasız.
    Cebinden çıkarmak: Birinden üstün olmak.
    Cebine indirmek: Hakkı olmayan parayı almak.
    Cebini doldurmak: Karşılaştığı elverişli durumlardan yararlanarak bol para kazanmak.
    Cepten vermek: Kendi kesesinden, ödemek.
    Ceddine lanet: "Soyunla sopunla birlikte Allah cezanızı versin!" anlamında ilenme sözü.
    Cevher yumurtlamak: tkz. Değerli sözler söylendiğini sanarak saçmalayanlar için söylenir.
    Cevabı (dikmek) yapıştırmak: hlk. Karşısındakinin beklemediği şekilde ters cevap vermek.
    Ceviz kırmak: Yanlış tutum veya davranışta bulunmak, hata yapmak.
    Cezasını bulmak: Hak ettiği kötü sona uğramak.
    Cezasını çekmek: Yaptığı bir kusur veya tedbirsizliğin zararına uğramak.
    Cılk etmek: Bozmak, çürütmek.
    Ciğeri beş para etmemek: Değersiz olmak.
    Ciğeri parçalanmak: Çok üzülmek.
    Ciğeri yanmak: Çok acı ve sıkıntı çekmek, büyük bir acıya uğramak.
    Ciğerimin köşesi: Çok sevdiğim.
    Cin cin bakmak: Kurnazca bakmak.
    Cin çalığı: Çarpık veya dış görünüşü çirkin olan insanlar için kullanılır.
    Cin çarpmışa dönmek: Neye uğradığını bilemeyecek kadar kötü bir duruma düşmek.
    Cin ifrit olmak: Son derece kızmak, öfkelenmek.
    Cini tutmak: Çok sinirlenmek.
    Cinler cirit oynamak: O yer ıssız olmak.
    Çalmadan oynamak: Çok neşeli olmak, neşesini hareketleriyle belli etmek.
    Çanı devirmek: Karşısındakini, kıracak bir söz söylemek, pot kırmak.
    Çantada keklik: Kolay elde edilebilir olmak. Elde edilmesi pek kolay olan.
    Çaptan düşmek: Çok iyi olan maddi ve manevi durumunu yitirmek. İşe yaramaz hale gelmek.
    Çat şurada çat burada, çat kapı ardında: Çok sık yer değiştirir. Bir yerde belli bir zaman durmaz. Orada arandığında bulmak mümkün değildir.
    Çayı görmeden paçaları sıvamak: Yapılacak bir iş için vakti gelmeden çok önce hazırlanmak. Gereği yokken hazırlık yapmak.
    Çekirdekten yetişmek: İşe küçük yaşta başlamak. Bir ustanın yanında yetişmek.
    Çelme takmak: Bir insanın yolunda giden işlerini engellemeye çalışmak. Hile, ve düzen ile bir kimseyi yıkmaya çalışmak. Yürüyen bir kimseye ayak takarak düşürmeye çalışmak.
    Çenesi düşük: Gereksiz konuşan. Çok geveze.
    Çenesini bıçak açmamak: Hiç konuşmamak. Üzüntüden dolayı susup hiç konuşmamak.
    Çevir kazı yanmasın: Toplulukta pot kıran bir kişinin sözünü çevirip olayı hafifletmek istemesi durumunda alay yollu söylenir.
    Çığırından çıkmak: Doğru yolu terk etmek, ayrılmak. İşin amacından sapması, istenmeyen bir hâl alması.
    Çıra gibi yanmak: Bir şeyi kafaya takıp sonucunu kendine dert ederek sıkıntı içinde kalmak. Aşık olup sevda çekmek. Üzülmek, acı çekmek. Kurtuluş umudu olmadığı için bir sıkıntıya zorunlu olarak katlanmak .
    Çiğ yemedim ki karnım ağrısın: Korkum yok, çünkü suçlu değilim neden almayım.
    Çil yavrusu gibi dağılmak: Darmadağınık hâle gelmek. Korkup sağa sola doğru kaçışmak.
    Çingene çalar, kurt oynar: Kimin ne yaptığı belli değil. Karmakarışık bir durum.
    Çivi çiviyi söker: Etkili bir olayın kişi üzerindeki etkisini, daha güçlü bir olay ortadan kaldırılabilir.
    Çizmeden yukarı çıkmak: Kendisini aşan bir konuda görüş bildirmek.
    Çocuk oyuncağı, hâline getirmek: Bir işin kıymetini bilmemek ve işin değerini düşürmek. Bu iş çok kolay yapılıyormuş duygusu uyandırmak.
    Çürük tahtaya basmak: İncelemeden, sonu iyi bitmeyecek bir işe başlamak.


     
    periza bunu beğendi.
  5. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - D -


    Dağ devirmek: Çok zor işleri başarmak.
    Dağlara taşlara: Kötü bir durumdan söz edilirken "hepimizden ırak olsun" anlamında söylenir.
    Daha iyisi can sağlığı: "Bulunabileceklerin en iyisi oldu", anlamında kullanılır.
    Dalgaya getirmek: argo. Birinin dalgınlığından yararlanarak onu kandırmak.
    Dala çıka: Büyük güçlüklerle.
    Dalıp gitmek: Bir düşünce veya hayal ile bulunduğu ortamdan uzaklaşmak.
    Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı: Yersiz ve saçma sözler karşısında söylenir.
    Dam yandı, içindeki sıçan da yandı: "Bu, büyük bir kayıp, ama eskiden yol açtığı rahatsızlık da sona erdi." anlamında kullanılır.
    Damdan çardağa atlamak: Hiçbir mantık bağı kurmadan konudan konuya geçmek.
    Damdan düşer gibi: Birden ve yersiz konuşmak.
    Damarını bulmak: Hoşlanabileceği biçimde davranıp uysallığını sağlamak.
    Damarı kurusun: Birinin huysuzluğuna öfkelenil-diğinde, ilenme olarak söylenir.
    Damarı tutmak: Kötü huyu, aksiliği depreşmek.
    Damarına girmek: Birinin hoşlanacağı şeyler yaparak kendisini ona sevdirmek.
    Damarına işlemek: Kötü bir huy edinip vazgeçmek.
    Damgasını vurmak: Kötü bir yargıya varmak.
    Danalar gibi bağırmak: Çok kuvvetle haykırmak.
    Dananın kuyruğu kopmak: Beklenen veya korkulan sonuç gerçekleşmek.
    Dar gelmek: Sıkıntı ve huzursuzluk vermek.
    Dara düşmek: Para sıkıntısına düşmek.
    Dara gelmek: Aceleye gelmek.
    Darda bulunmak: Para sıkıntısı içinde bulunmak.
    Darda kalmak: Paraca sıkıntı içine girmek.
    Darısı başına: Bir başarı, bir mutluluk başkası için istendiğinde söylenir.
    Darmadağın etmek: Dağıtmak, karıştırmak.
    Davete icabet etmek: Çağırılı olduğu yere gitmek.
    Davul boynunda, tokmak elinde: Sorumluluğu taşıyan biri olduğu hâlde, sözü geçen bir başkasıdır.
    Davul çalmak: mec. Bir şeyi herkesin haber alabileceği biçimde ortalığa yaymak.
    Davul çalsan işitmez: 1) Çok sağır. 2) Uykusu çok ağır, derin uykuda.
    Davulu biz çaldık, parsayı başkası topladı: Biz Çalıştık, uğraştık, başkası yararlandı.
    Defterini dürmek: Öldürmek.
    Değirmen taşının altının altından diri çıkar: En ağır şartlarda bütün güçlükleri yener.
    Değme gitsin: Deme karışma gitsin.
    Değme keyfine: Konuşulan veya yapılan işten çok hoşlanıldığmı anlatmak için kullanılır.
    Deli dana(lar) gibi dönmek: Ne yapacağını bilemeyerek şaşkınca davranmak.
    Deli divane olmak: Mutlu olmak, bir kimseyi, bir şeyi aşırı derecede sevmek.
    Deli kızın çeyizi gibi: Bir arada sergilenen ve birbirine yakışmayan eşya için söylenir.
    Deli olmak: tkz. Çok sevmek.
    Deli pösteki sayar gibi: Çok karışık, çok ayrıntılı, sıkıcı bir işle uğraşma.
    Deli saraylı: Acayip biçimde giyinenler, takıp takıştıranlar için söylenir.
    Delinin eline değnek vermek: Kötülük yapabilecek bir kimsenin davranışlarını kolaylaştırmak.
    Deliye dönmek: Çok sevinmek.
    Deli divane olmak: Aşırı derecede sevmek.
    Deliğe tıkamak: argo. Tutuklamak, hapsetmek.
    Dediğine gelmek: Birinin düşüncesini önce kabul etmezken sonradan doğru bulup kabul etmek.
    Denizden geçip çayda boğulmak: Büyük güçlükleri yenmişken önemsiz bir sebeple başarısızlığa uğramak.
    Dereyi görmeden paçaları sıvamak: Gerektiğinden çok önce veya henüz ortada hiçbir şey yokken hazırlanmaya kalkışmak.
    Derisi kemiklerine yapışmak: Çok zayıflamak.
    Derdini deşmek: Derdini hatırlatıp yeniden üzülmesine yol açmak.
    Dertsiz başını derde sokmak: Bir derdi yokken gereksiz yere üzüntü veren bir işe girişmek.
    Destursuz atmak: Kolay yalan söyleyebilmek.
    Dev adımlarıyla ilerlemek: Çok çabuk ilerlemek, üst üste başarılar göstermek.
    Deve nalbanda bakar gibi: alay. Hiç görmediği, bilmediği bir şeye bakar gibi.
    Devede kulak: Bir bütüne göre ufak bir parça.
    Deveye hendek atlatmak: Yapılması çok zor, hemen hemen imkânsız olan işler için kullanılır.
    Deveyi düze çıkarmak: Güçlükleri giderip işleri yoluna koymak.
    Deve kuşu gibi başını kuma sokmak: 1) Bir tehlike, bir olay karşısında yararlı olmayacağı apaçık ortada olan kaçamak bir yola sapmak. 2) Kendini aldatarak başkalarını aldattığını sanmak.
    Devekuşuluk etmek: Deve kuşu gibi başını kuma sokup gerçeklerden uzak duracağım sanmak.
    Dırıltı çıkarmak: Çekişmeye yol açmak.
    Dış kapının dış mandalı: hlk. Çok uzak akraba.
    Dışa vurmak: Belli etmek.
    Dışı kalaylı, içi alaylı: Dışı süslü, güzel görünüşlü, ama içi berbat.
    Dikiş tutturamamak: Bir işte, bir yerde herhangi bir sebeple uzun süre kalamamak.
    Dil dökmek: Kandırmak, inandırmak veya yararlanmak için tatlı sözler söylemek.
    Dil çıkarmak: Alay etmek, eğlenmek.
    Dili bir karış dışarı çıkmak: Koşmaktan, yürümekten ve yorulmaktan çok susamak.
    Dili boğazına akmak: Konuşamaz olmak, sesi soluğu çıkmamak.
    Dili damağına yapışmak: Susuzluktan ağzı kurumak, çok susamak.
    Dili döndüğü kadar: Söyleyebildiği kadar.
    Dili ensesinden çekilsin! : Bıktıracak kadar çok konuşan veya kötü sözler söyleyenler için kullanılır.
    Dili papuç kadar: Saygısızca ve gönül kırıcı karşılıkta bulunan.
    Dili uzamak: Haddini bilmeden konuşmak.
    Dili varmak (veya varmamak): Bir sözü söylemeye razı olmak (veya olmamak).
    Dili yanmak: Üzüntü ve eziyet çekmek.
    Dili yanmak: Bıkmak, nefret etmek.
    Dilimin ucunda: Bir söz hatırlanacak gibi olup da hatırlanamadığmda söylenir.
    Dilinde tüy bitmek: Tekrar tekrar söylemekten usanmak, bıkmak.
    Dilini eşek arısı soksun: Hoşa gitmeyen bir şey söyleyen kimseye ilenç olarak kullanılır.
    Dilini kedi mi yedi?: Neden konuşmuyorsun? ;¦
    Dilinin altında bir şey olmak: Bir kimsenin sözlej-rinden, açıkça söylemediği bir şeyler anlaşılmak. ;
    Dilinin altındaki baklayı çıkarmak: Gizli tutulması gereken bir şeyi söylemek.
    Dilinin ucuna gelmek: Söyleyecek duruma gelmişken vazgeçmek.
    Dinden imandan çıkmak: Kendini kontrol edemeyecek kadar çok öfkelenmek, çok sinirlenmek.
    Dini imanı para: Tek düşüncesi para.
    Dinine yandığını: argo. Öfke, kızgınlık gibi duyguları belirtmek için kullanılan ilenme sözü.
    Dibi kırmızı mumla mı çağırdım: "Üzerinde önemle durarak çağırmadım", anlamında kullanılır.
    Dibine darı ekmek: Tamamını tüketmek.
    Dibini bulmak: İçindekini tüketmek.
    Dirsek çevirmek: Daha önce iş birliği yaptığı kişiyi uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak.
    Diş bilemek: Kötülük yapmak için fırsat beklemek, hıncını gösterir durum almak.
    Diş geçirememek: Gücü yetmemek.
    Diş göstermek: Güçlü olduğunu, saldırıya geçebileceğini durumuyla belli etmek, tehdit etmek.
    Dişe dokunmak: İşe yarar olmak, önemli olmak.
    Dişe dokunur: İşe yarar, belirtilmeye değer.
    Dişinden tırnağından artırmak: Yiyecek, giyecek vb. ihtiyaçlarından keserek para biriktirmek.
    Dişine göre: Gücünün yeteceği bir durumda.
    Dişini sıkmak: Darlığa, sıkıntıya dayanmak.
    Dişini tırnağına takmak: Çok büyük güçlüklere, sıkıntılara katlanmak, bütün gücünü kullanmak.
    Dişleri dökülmek: Yaşlanmak, ihtiyarlamak.
    Dişli tırnaklı: Saldırıcı olan, sözünü geçiren.
    Divan durmak: Saygı gösterilen bir kimse karşısın-da el kavuşturup ayakta durmak.
    Diz(leri)ini dövmek: Pişmanlık duymak.
    Dize gelmek: Baş eğmek, boyun eğmek.
    Dize getirmek: Kendisine karşı geleni yenerek buyruğuna uyacak duruma getirmek.
    Dizlerine kapanmak: Çok yalvarmak.
    Dizlerine kara su inmek: Beklemekten veya yorgunluktan güçsüz kalmak. i
    Dizlerinin bağı çözülmek: Korkudan ayakta duramayacak duruma gelmek. ;
    Doğduğuna bin pişman: 1) Bezgin. 2) Tembel.
    Doğrucu Davut: Her şeyin doğrusunu yapmayı veya söylemeyi huy edinmiş kimseler için kullanılır.
    Doktor doktor dolaşmak: Tedavide çabuk ve kesin sonuç almak için birçok doktora başvurmak.
    Dokuz ayın çarşambası bir araya gelmek: Birçok iş birden ortaya çıkıp sıkışık bir durum yaratmak.
    Dokuz körün bir değneği: Birçok kimsenin tek yardımcısı, tek dayanağı.
    Dokuz köyden kovulmuş: Geçimsizliği veya başka davranışları yüzünden birçok yerden atılmış.
    Dokuz yorgan eskitmek: Çok uzun yaşamak.
    Dolap beygiri gibi dönüp durmak: Dar bir çevrede hiç değişmeyen yorucu bir işi yapmak.
    Dolap çevirmek: Hile ve dalavere ile iş yapmak.
    Dolaba girmek: Aldatılmak, oyuna gelmek.
    Domuz gibi yemek: Oburcasma çok yemek.
    Domuzdan kıl çekmek koparmak: Sevilmeyen veya eli sıkı olan birinden bir şey alabilmek.
    Dosta düşmana karşı: Dostlara üzüntü vermemek, düşmanları da sevindirmemek.
    Dostlar alış verişte görsün: Gösteriş olsun, iş görüyor densin diye bir şeyler yapmak.
    Dostlar başından ırak: kötü bir durumun ağırlığını belirtmek için kullanılır.
    Dostlar şehit, biz gazi: Tehlikeli işleri başkalarına bırakıp kendileri sonuçtan yararlanmak için bir kenara çekilenlerin bencilliğini alay yollu anlatır.
    Dostluk başka, alış veriş başka: İki kişi arasındaki dostluk, alış verişte birinin ötekine özveri ile davranmasını gerektirmez.
    Dostluk kantarla, alış veriş miskalle: İş ilişkilerine dostluk karıştırılmamalıdır anlamında kullanılır.
    Döküp saçmak: Dağıtmak, ziyan etmek.
    Dökülüp saçılmak: 1) Soyunmak 2) Çok çalışmak. 3) Bir şey uğruna çok para harcamak.
    Dört ayak üstüne düşmek: Tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak.
    Dört dönmek: Telâşla çare aramak.
    Dört duvar arasında kalmak: Evde kapalı bir yerde kalmak zorunda olmak.
    Dört elle sarılmak: Bir işe büyük bir özen ve önem vererek girişmek.
    Dudak bükmek: Beğenmediğini belli etmek.
    Dudak sarkıtmak: Somurtmak.
    Dudak ucuyla söylemek: Belli belirsiz anlatmak, isteksizce söylemek.
    Dudağını bükmek: Ağlayacak gibi olmak.
    Dudak ısırtmak: 1) Hayran bırakmak. 2) Hayrete, şaşkınlığa düşürmek.
    Duman attırmak: argo. Kötü duruma düşürmek, geride bırakmak, birini yıldırmak.
    Duman etme: argo. Dağıtmak, bozmak.
    Dumanı doğru çıksın: "İyi ve güzel olmasa bile yönteme uygun olsun yeter", anlamında kullanılır.
    Dumanı üstünde: 1) Çok taze. 2) mec. Çok yeni.
    Durdu, durdu, turnayı gözünden vurdu: Uzun süre bekledi, ama sonunda büyük bir kazanç elde etti.
    Durmuş oturmuşluk: Olgunluk, tutarlık.
    Durup dinlenmeden: Arası kesilmeksizin, arka arkaya, sürekli olarak.
    Durup dururken: Gereği veya sebebi yokken. >
    Düdük gibi kalmak: Yapayalnız kalmak.
    Düğün bayram etmek: Çok sevinmek.
    Düğün dernek, hep bir örnek: Olayların veya yapılan işlerin hep birbirine benzediğini anlatır.
    Düğününde kalburla su taşımak: Yardımına karşılık bekâr bir kimseye büyük bir yardımda bulunmak.
    Düğün kambersiz olmaz: Her toplantıda ve her işin içinde bulunmak merakında olanlar için yan sitem, yarı şaka olarak söylenir.
    Düğün pilâvıyla dost ağırlamak: Başkasının kesesinden veya elinden ikramda bulunmak.
    Dümen çevirmek: tkz. Hileye, düzene başvurmak.
    Dümen yapmak: argo. Dalavere, hile ile birini kandırmak, aldatmaya çalışmak.
    Dümeni kırmak: argo. Çekip gitmek, kaçmak.
    Dün bir, bugün iki: Az zaman geçtiği hâlde.
    Dün cin olmuş, bugün adam çarpıyor: İşinde ustalaşmadan hile yollarına başvuruyor.
    Dünya ahret kardeşim olsun: Bir kişiye kardeşlik duygusundan başka gözle bakmamak.
    Dünya başına dar olmak: Çok sıkılmak, büyük bir çaresizlik içinde kalmak.
    Dünya bir araya gelse: Dünyadaki bütün insanlar engel olmaya kalksa bile.
    Dünya durdukça: Sonsuza dek, ebediyen.
    Dünya durdukça durasın!: Çok yaşa, Allah sana sonsuz bir ömür versin!
    Dünya görmüş: Çok gezmiş, çok yer görmüş,
    Dünya yıkılsa umurunda değil: Hiçbir şeyle ilgilenmez, sorumsuz, kaygısız.
    Dünyadan elini eteğini çekmek: Bir kenara çekilip çevresiyle ilgisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmamak, dünya işleriyle ilgilenmez olmak.
    Dünyanın dört bucağı: Dünyanın her yanı.
    Dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek: Dünyada ne gibi güçlükler olduğunu bildirmek, insanın başına neler gelebileceğini öğretmek.
    Dünyanın tadını çıkarmak: Bütün zevklerden yararlanmak, mutlu ve rahat yaşamak.
    Dünyayı gözü görmemek: Üzüntü, öfke, karamsarlık ve çok mutlu olma gibi durumlarda başka bir şey düşünememek, ölçülü davranamamak.
    Dünyayı tutmak: Her yere dağılmak.
    Dürbünün tersiyle bakmak: O şeyi küçümsemek, olduğundan çok daha az önemli görmek.
    Düşeş atmak: Umulmadık bir başarı kazanmak.
    Düşman başına: Kötü bir durumun başa gelmemesi için dilek olarak söylenir.
    Düşman çatlatmak: İyi durum ve başarılarla düşmanı kıskandırmak veya kızdırmak.
    Düşüp kalkmak: (erkek kadınla veya kadın erkekle) yasa ve töre dışı yakın ilişki kurmak.
    Düşüncedir almak: Bir konuda kaygılanarak çözüm yolu bulmaya çalışmak.
    Düşünüp taşınmak: Konuyu bütün yönleriyle inceleyip ona göre davranmak.
    Düz duvara tırmanmak: Çok yaramaz çocuklar için kullanılır.


     
    periza bunu beğendi.
  6. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - E -

    Ebe teknesinden beri su görmemiş: Küçük yerleşim bölgelerinde doğumu ebeler yaptırır. Doğan çocuğu yıkamak, temizlemek ebenin yaptığı bir iştir. Bu deyim, temizliğine dikkat etmeyen insanlar için söylenir.
    Ebedi uykuya dalmak: Ölmek.
    Ecel aman verirse: Ömür yeterse, ölmezsem.
    Ecel şerbeti içmek: Ölmek.
    Ecir sabır dilemek: Baş sağlığı dilemek.
    Efendim nerede, ben nerede?: "Ben ne diyorum siz ne diyorsunuz" anlamında kullanılır.
    Efendime söyleyeyim: Söz söylerken gerekli kelimeyi bulamayan bir kimsenin kullandığı bir söz.
    Efradını cami, ağyarını mani: Ne eksik ne fazla; eksiği artığı olmayan.
    Eğreti oturmak: Bir yerde kısa süre oturmak..
    Eğri bakmak: Kötü düşünce ile bakmak.
    Eğri oturup doğru konuşalım: Birisine karşı tutumunuz ne olursa olsun doğruyu söylemeliyiz.
    Eğrisi doğrusuna gelmek: Olmayacak gibi görünen bir iş, bir girişim, rastlantı sonucu olumlu bitmek.
    Ek bent olmak: Şaşırıp ne diyeceğini bilememek.
    Ekmediğin yerde biter: Umulmayan ve istenilmeyen yerde karşılaşılan kimseler için kullanılır.
    Ekmeğinden etmek: İşinden çıkarmak.
    Ekmeğine göz koymak: Birinin geçimini sağlayan işi elinden almaya çalışmak.
    Ekmeğine yağ sürmek: İstenmediği hâlde birinin işine yarayacak biçimde davranmak.
    Ekmeğini çıkarmak: Çalıştığı işten geçimini karşılayacak kadar kazanç sağlamak.
    Ekmeğini kana doğramak: Büyük bir sıkıntı ve üzüntüye katlanmak.
    Ekmeğini kazanmak: Geçimini sağlamak.
    Ekmeğini taştan çıkarmak: Geçimini sağlamakta çok becerikli olmak.
    Ekmeğini yemek: 1) Birisinin işinde çalışarak kendi geçimim sağlamak. 2) Geçim yönünden birisinin yardımından yararlanmak.
    Ekmek aslanın ağzında: Geçim sağlayacak bir iş bulmak ve para kazanmak kolay değildir.
    Ekmek elden, su gölden: Kendisi çalışmayıp başkasının kazancıyla geçinme durumu.
    Eksik gedik kapamak: Gerekli olan ufak tefek ihtiyaçları karşılamak.
    Eksik olma: "Var ol sağ ol" anlamında.
    Eksik olmasın: "Sağ olsun, var olsun" anlamında.
    Eksik olsun: "Gereği yok" anlamında.
    El açmak: Dilenmek.
    El ayak (veya el etek) çekilmek: Ortalıkta hiç kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek.
    El bebek gül bebek: Nazlı, şımarık.
    El çektirmek: Görevinden uzaklaştırılmak.
    El ermez, güç yetmez: Bir iş karşısındaki güçsüzlüğü anlatmak için kullanılır.
    El etek öpmek: Bir işi yaptırmak için yalvarmak.
    El ile tutulur: 1) Çok açık ve belli. 2) Somut.
    El pençe divan durmak: Saygı gösterilen kimse karşısında el kavuşturup ayakta durmak.
    El uzatmak: Birinden bir hakkı almaya çalışmak.
    El vermek: Yardım etmek.
    El vurmamak: Bir işi yapmaya yanaşmamak.
    El yıkamak: O işle olan ilgisini kesmek.
    El yordamıyla: Görmeden elle yoklayarak.
    Elde avuçta (bir şey) kalmamak: Mal ve parasını harcayıp bitirmiş olmak.
    Elde avuçta: Ne varsa (mal, para), hepsi.
    Elden ağıza yaşamak: Günlük kazancı ancak ihtiyaçlarını karşılayacak kadar olmak.
    Elden ayaktan düşmek: Yaşlılığı veya sağlığı yüzünden çalışamaz duruma gelmek.
    Elden ele dolaşmak: Birçok sahip değiştirmek veya birçok kimselerce ele alınmak.
    Elden kaçırmak: Elde edilebilecek bir şeyden türlü sebeplerle yararlanamamak.
    Ele avuca sığmamak: Söz dinlememek, baskı altına alınmamak, zapt edilmemek.
    Eli alışmak: 1) Bir işte ustalık kazanmak. 2) herhangi bir davranışı âdet edinmek.
    Eli armut devşirmek: Biri iş yaparken öbürünün de boş durmayıp aynı işi yapabileceğini anlatır.
    Eli ayağı olmak: Yardımcı olmak.
    Eli ayağı buz kesilmek: Güçsüz, dermansız kalmak.
    Eli ayağı dolaşmak: Şaşırmak, telâşlanmak.
    Eli boş çıkmak: Umduğunu alamamak.
    Eli böğründe kalmak: Başarısızlığa uğramak, bir şey yapamaz duruma düşmek.
    Eli darda: Para sıkıntısı içinde olmak.
    Eli değmek: Bir şey yapmaya vakit bulmak.
    Eli dursa ayağı durmaz: Kıpırdak, hareketli.
    Eli ekmek tutmak: Geçimini kendi emeğiyle sağlayacak duruma gelmek.
    Eli ermez gücü yetmez: Çaresiz, zavallı.
    Eli kalem tutmak: Yazı yazmayı bilmek.
    Eli kolu bağlı kalmak: Bir engel dolayısıyla hiçbir iş yapamaz duruma gelmek.
    Eli koynunda kalmak: Çaresiz kalmak.
    Eli kulağında: Nerede ise olacak, çok yakında. '
    Elinde de var dilinde de: İnsanlara yardım etmesini de gönlünü almasını da iyi bilir.
    Eli olmak: Bir işe karışmış olmak, bir işle gizli bir ilgisi bulunmak.
    Eli şakağında: Düşünceli, kaygılı.
    Elin ağızı torba değil ki büzesin: Başkalarının söyleyeceklerine engel olamazsınız.
    Elinde olmak: İsteyince o işi yapabilmek.
    Elinden bir iş gelmemek: Çaresizlikten veya yeteneksizlikten bir iş yapmamak.
    Elinden bir kaza çıkmak: İstemeyerek birini yaralamak veya öldürmek.
    Elinden çıkmak: Birisi tarafından yapılmak.
    Elinden geleni ardına koymamak: Yapabileceği bütün kötülükleri yapmak.
    Elinden geleni yapmak: Gücünün yettiğini yapmak.
    Elinden gelmek: Yapabilmek.
    Elinden iş çıkmamak: Çabuk iş görememek.
    Elinden kurtulmak: Birinden kaçmayı başarmak.
    Elinden tutmak: Yardım etmek; kayırmak.
    Eline bakmak: 1) Bir işin veya yerin yönetimini emri altına almak. 2) Bir işi kendi yapmaya başlamak.
    Eline ayağına kapanmak: Birine çok yalvarmak.
    Eline ayağına üşenmemek: Her türlü ayak hizmetlerini yüksünmeden yapmak, hamarat olmak.
    Eline bakmak: Bir kimsenin yardımıyla geçinmek.
    Eline doğmak: Yaşlı bir kimse, birini, çocukluğundan beri çok yakından tanımak.
    Eline eteğine sarılmak: Çok yalvarmak.
    Eline kalmak: Ondan başka yardım edeni olmamak, yalnız ona muhtaç olmak.
    Eline yüzüne bulaştırmak: Gerektiği gibi bir işi yapmamak, başarısız olmak, becerememek.
    Elini ayağını kesmek çekmek: 1) Uğramaz olmak. 2) Uğraşmamak, ilgilenmemek.
    Elini eteğini çekmek: O şeyle ilgisini kesmek.
    Elini kolunu sallaya sallaya gelmek: Gelirken hiçbir armağan getirmemek veya bitirmeye gittiği işten sonuç almaksızın dönmek.
    Elini kolunu sallaya sallaya: Pervasızca, kimseden çekinmeden dolaşmak.
    Elini oynatmak: Parayı esirgememek.
    Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: Evde hiçbir iş yapmamak, çok nazlı olmak.
    Elini sürmemek: Bir işi kendine yakıştırmayarak o işi yapmaya tenezzül etmemek.
    Elini veren kolunu alamaz: Kendisine iyilik yapıldığında, fazlasını isteyen kimseler için kullanılır.
    Elinin altında: Her zaman kolayca alınıp yararlanılabilecek yerde ve yakınlıkta.
    Elinle ver, ayağınla ara: Ödünç aldığı şeyi geri vermeyi geciktirenler için yakınma olarak söylenir.
    Eliyle koymuş gibi: Hiç aramadan, kolayca bulmak.
    Elle tutulacak tarafı kalmamak: 1) Sağlam bir yanı kalmamak. 2) Güvenilecek veya kayırılacak bir yönü olmamak; 3) Hiçbir değerli yanı olmamak.
    Elle tutulur gözle görülür: Çok belirgin.
    Ellerde gezmek: Elden ele dolaşmak, el üstünde tutulmak, saygı ve sevgi görmek.
    El kazanıyla aş kaynatmak: Başkasının hazırladığı imkânları kendi hesabına kullanarak iş çevirmek.
    Ele güne karşı: Herkese, yabancılara karşı.
    El kapısına düşmek: Ele muhtaç olmak.
    Ellenmiş dillenmiş: İffetsizliği yayılmış (kadın).
    Elma da, alma da demesini biliriz: Şartlara göre uygun davranmayı ifade eder.
    Eme seme yaramamak: İşe yaradığı kabul edilmemek, makbule geçmemek, takdir edilmemek
    Emeline âlet etmek: Birini veya birşeyi kendi istekleri doğrultusunda kullanmak.
    Emdiği süt haram olmak: Doğruluktan sapıp, kötü işler yapmak, anaya babaya saygısızca davranmak.
    Emretti patrik efendi!: Birinin yersiz bir buyruğuna karşı alay yollu kullanılır.
    Enine boyuna: Gösterişli, iri yarı.
    Endazayi kaçırmak: Ölçüyü kaçırmak.
    Ensesine binmek: Bir işi yaptırmak için birini sürekli baskı altında bulundurmak.
    Ensesine yapışmak: Yakalayıp sıkıştırmak.
    Entrikaya kurban gitmek: Hileli, dalavereli bir iş sonunda zarara uğramak.
    Ere gitmek: hlk. (kadın, kız için) Evlenmek.
    Erkek Fatma (veya Ayşe): Erkek gibi davranışları olan kadınlar için kullanılır.
    Erkeklik öldü mü?: Haksızlığa karşı koymak, mertlik göstermek gerekiyor.
    Esamesi okunmamak: Kendisine değer verilmemek, adı anılmamak.
    Eser kalmamak: Hiçbir belirti, iz bırakmamak.
    Eski çamlar bardak oldu: Devir değişti, eski tutumların değeri kalmadı.
    Eski defterleri karıştırmak: Eski olayları, bir yarar umarak veya başka bir amaçla yeniden ele almak.
    Eski göz ağrısı: Eski sevgili, ilk göz ağrısı.
    Eski hamam eski tas: Hiçbir şeyi değişmemiş, eksik durumunda kalmış.
    Eski hayratı da berbat etmek: Bir işi daha iyi bir duruma sokmaya çalışırken büsbütün bozmak.
    Eski köye yeni âdet: Yadırganan bir yenilik yapmaya kalkışanlar için söylenir.
    Eşeğe gücü yetmeyip semerini dövmek: tkz. Güçlü birine kızıp da ondan alamadığı hmcmı çevresindekilerden çıkarmak.
    Eşek derisi gibi: Derisi çok kaim.
    Eşek kuyruğu gibi ne uzar, ne kısalır: tkz. Durumunda, çalışmasında hiçbir gelişme görülmeyen kimseler için kullanılır.
    Eşekten düşmüş karpuza dönmek: argo. 1) Çok şaşırmak, donup kalmak. 2) Kötü bir duruma düşmek.
    Eşiğine yüz sürmek: Bir dilekte bulunmak için birine yalvarmaya gitmek.
    Eşiğini aşındırmak: İşini yaptırmak için bir yere çok gidip gelmek.
    Et bağlamak: Şişmanlamak.
    Et kemiği: Esası, ana özelliği, asıl ağırlığı.
    Eti senin, kemiği benim: Çocuk velileri öğretmene, ustaya vb. ye çocuğun eğitiminde kendisine tam yetki verdiğini anlatmak için söyler.
    Etek öpmek: Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek.
    Etek silkmek: El etek çekmek.
    Eteği belinde: Kıvrak ve hamarat (kadın)
    Eteği ayağına dolaşmak: Eli ayağı dolaşmak.
    Etekleri tutuşmak: Çok telâşlanmak.
    Etekleri zil çalmak: Çok sevinmek.
    Etme bulma dünyası: Kötülük eden kötülük bulur.
    Etme eyleme: Kötü bir davranış karşısında "yapma, affet" anlamında kullanılır.
    Ettiğini yanına bırakmamak: Yapılan kötü davranışa karşılık vermek.
    Etrafında dört dönmek: İstediğini elde etmek için birinin yanından ayrılmayıp gönlünü etmeye çalışmak.
    Evlerden ırak (veya uzak): hlk. Ölüm veya kötü bir durumdan söz edilirken dinleyenlerin aynı durumla karşılaşmamalarını dilemek için söylenir.
    Evlere şenlik: hlk. Beğenilmeyen, olumsuz karşılanan bir durum, bir davranış karşısında söylenir.
    Evi barkı yıkmak: Karı kocayı birbirinden ayırmak.
    Evlât gibi (veya evlâdı gibi): Özenle, titizlikle.
    Ev sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi: Malı mülkü yüzünden kendini üzüntüye kaptırmamak veya malı mülkü ile övünmemek gerektiğini anlatır.
    Eyvallah etmemek: Birinden yardım istememek, gönül borcu olmamak, boyun eğmemek.
    Eyvallahı olmamak: Gönül borcu olmamak.
    Ezbere konuşmak: Bilmeden, aslını arayıp sormadan konuşmak.


     
    periza bunu beğendi.
  7. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - F -​


    Faraş gibi: Çok büyük veya çok geniş açılan ağız.
    Fare düşse, başı yarılır: Bir yerin boş ve yoksulluk içinde bulunduğunu anlatır.
    Fasulye gibi kendini nimetten saymak: Kendine çok değer vermek.
    Felek yâr olursa: Allah yardım eder, bir terslik çıkmazsa, şartlar uygun giderse.
    Feleğin çemberinden geçmiş: Hayatta acı tatlı birçok günler görmüş geçirmiş, olgunlaşmış.
    Feleğin sillesine uğramak (veya sillesini yemek): Büyük bir yıkıma uğramak.
    Feleğini şaşırmak: Ummadığı bir durumda kalmak,] şaşkınlık içine düşmek.
    Felekten kâm almak: Güzel bir vakit geçirmek, istediği gibi eğlenmek.
    Fena hâlde: Fazlaca.
    Ferman sizin: Siz nasıl isterseniz öyle olsun!
    Feryadı basmak: Çığlık koparmak, yüksek seste haykırmaya başlamak.
    Fıkır fıkır kaynamak: Çok bulunmak.
    Fır dönmek: Bir kimseye yaranmak veya yardım etmek için üstün çaba harcamak.
    Fırça çekmek: mec. Kendinden alt düzeyde olan birini çok azarlamak, fırçalamak.
    Fırıldak çevirmek: İstediğini yapmak için hileli yollara başvurmak.
    Fırsat bu fırsat: Yararlanılacak en uygun zaman.
    Fıtık olmak: Büyük sıkıntı duymak, kahrolmak.
    Fikir yormak: Bir konuda çok düşünmek.
    Fincan gibi: İri ve patlak gözlü.
    Firara kadem basmak: Kaçmak.
    Fiske fiske kabarmak: Kabarcıklar oluşmak.
    Fiske kondurmamak: Bir kimse ve nesneyi en küçük bir tehlikeden bile korumak.
    Fişek atmak: Ortalığı karıştıracak bir söz söylemek.
    Fişek salıvermek: Ara bozacak söz söylemek.
    Fitil gibi: Çok sarhoş.
    Fitil olmak: argo. Çok sarhoş olmak.
    Fitil vermek: Kızdırmak, azdırmak, kışkırtmak.
    Fiyaka satmak: argo. Gösteriş yapmak, caka yapmak, çalım satmak.
    Foyası çıkmak: Bir olay dolayısıyla bir kimsenin kötü niteliği ortaya çıkmak.
    Foyasını belli etmek: Göz boyacılığı, suçu, kötü niteliği veya gizli niyeti ortaya çıkmak.
     
    periza bunu beğendi.
  8. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - G -​


    Gaza getirmek: Birini olmadık bir şey veya hayali bilgilerle coşturmak, ileri sürmek.
    Gebe olmak: Bir şeyin olma ihtimali bulunmak.
    Gece gündüz dememek: 1) Vaktin uygun olup olmadığına bakmamak,vakit seçmemek. 2) Sürekli olarak, ara vermeksizin bir işi yapmak.
    Gece silâhlı gündüz külâhlı: Kimseye sezdirmeden kötü işler yapan kimse.
    Geceyi gündüze katmak: Aralıksız, gece gündüz çalışmak, büyük çaba göstermek.
    Geç olsun da güç olmasın: Çeşitli engellerle gerçekleşmeyen işlerde avunmak için söylenir.
    Geçilmemek: Bol veya çok, aşırı olmak.
    Geçinmeye gönlü olmamak: Herhangi bir konuda isteksizliği belli etmek için kullanılır.
    Geç (veya geç efendim!): Kulak asma, önem verme.
    Geçmişlerini karıştırmak: Birinin ölmüşlerini yermek veya onlara sövmek.
    Gedik kapamak: Küçük bir ihtiyacını karşılamak.
    Gedik kapmak: Bir gelir kaynağı ele geçirmek.
    Gelberi etmek: argo. Aşırmak, çalmak.
    Gel zaman git zaman: Aradan oldukça uzun bir zaman geçtikten sonra.
    Geleceği varsa göreceği de var: Kötülük yapmaya kalkışacak olursa, karşılığını elbette görür.
    Gelen paşam, giden ağam: Biri ötekinin yerine geçen yetkililere hoş görünmeye çalışanlar için söylenir.
    Gelip çatmak: Vakti gelmek, kaçınılmaz olmak.
    Geniş bir nefes almak: Sıkıntılı bir durumdan kurtulmak, ferahlığa kavuşmak.
    Geniş karşılamak: Hoşgörü ile değerlendirmek.
    Gırtlak gırtlağa gelmek: mec. Kıyasıya dövüşmek.
    Gırtlağına basmak: mec. Birine bir şey yaptırmak için dayatmak veya inat etmek.
    Gırtlağına düşkün: mec. Çok yiyip içen.
    Gidiş o gidiş: Konuşmaya konu olan kimsenin bir daha dönmediğini anlatır.
    Göbeği sokakta kesilmiş: Evde durmayıp hep sokaklarda gezen, sürtük.
    Göğüs bağır açmak: Özensiz bir kılıkta olmak.
    Göğüs vermek: Eziyete, sıkıntıya katlanmak.
    Göğsü daralmak: mec. İçi sıkılmak.
    Göğsü kabarmak: Övünç duymak.
    Göğsünü kabartmak: Bir olay dolaysıyla kıvanç duygusunu ortaya koymak, övünmek.
    Göğsünü yırtmak: mec. Coşkunluğunu ortaya koymak, coşmak, cıvıldamak.
    Göğe merdiven dayamış: Çok uzun boylu.
    Göklere çıkarmak: Aşırı derecede övmek.
    Gölge düşürmek: mec. Bir şeyin değerini veya ününü azaltacak işler yapmak.
    Gölge etmek: mec. Engel olmak.
    Gölge gibi: Varlığını belli etmeyen, gizlice.
    Gölgede bırakmak: Ondan daha üstün bir düzeye yükselmek, ondan çok daha başarılı olmak.
    Gölgede kalmak: Adı sanı pek duyulmamak.
    Gölgesine sığınmak: Birinin emri altına girmek.
    Gömlek eskitmek: Hayat sürdürmüş olmak.
    Gönül açmak: İç açmak.
    Gönül akıtmak: Âşık olmak, sevmek.
    Gönül alma: 1) Sevindirmek. 2) Kırılan bir kimseyi güzel bir davranışla hoşnut etmek.
    Gönül avlamak: Huyunu suyunu yakından bilerek olumlu davranışta bulunmak, tavlamak.
    Gönlünü pazara çıkarmak: Sevmek için kendine yakışanı seçmeyip rastgele birini sevmek.
    Gönlünü serin tutmak: Sakin, soğukkanlı olmak, hemen heyecanlanmamak.
    Gönlünü söndürmek: Küstürmek, kırmak.
    Gönlünün dümeni bozuk: tkz. İsteklerinde, özellikle gönül işlerinde tutarlılık göstermeyen.
    Göründü Sivas'ın bağları: Umutla beklenen sonuç ters yönde gelişti.
    Göz açtırmamak: Başka bir iş yapmasına vakit veya imkân vermemek.
    Göz ardı etmek: Gereken önemi vermemek.
    Göz gözü görmemek: Yoğun sis, duman, toz gibi sebeplerle hiçbir şey görülmemek.
    Göz hapsine almak: Bakışlarım üzerinden ayırmamak, hiçbir davranışını gözden kaçırmamak.
    Göz kesilmek: Bütün dikkatiyle bakmak.
    Göz kırpmadan: 1) Acımadan, merhamet etmeden. 2) Hiç duraksamadan, hiç çekinmeden.
    Göz kırpmamak: Hiç uyumamak.
    Göz kuyruğuyla bakmak: Göz ucuyla bakmak.
    Göz önünde tutmak: Herhangi bir durumun nasıl bir sonuca yol açacağını hesaba katmak, dikkate almak.
    Göz ucuyla bakmak: Belli etmemeye çalışarak başını çevirmeden yandan bakmak.
    Göz var, izan var: Bir şeyin göz ve akıl yoluyla anlaşılacağını anlatır.
    Göz yıldırmak: Gözünü korkutmak.
    Göz yummak: hlk. Kusurları görmezlikten gelmek, hoş görmek, bağışlamak.
    Göz yummamak: 1) Hiç uyumamak. 2) Hoş görmemek, bağışlamamak.
    Gözden çıkarmak: Maddi veya manevi varlıkların elden çıkarılmasını kabul etmek.
    Gözden düşmek: Sevgi ve ilgiyi yitirmek.
    Gözden gönülden çıkarmak: Hiç önem vermemek, ilgisini kesmek.
    Gözden kaçmak: Farkına varılmamak.
    Gözden sürmeyi çalmak (veya çekmek): Hırsızlıkta çok becerikli, çok usta olmak.
    Gözleri fal taşı gibi açılmak: Büyük bir şaşkınlık ve öfkeden dolayı gözleri irileşmek.
    Gözleri fıldır fıldır: Şeytanca ve çapkınca bakmak.
    Gözleri kan çanağına dönmek: Uykusuzluk, yorgunluk, ağlama gibi sebeplerle gözleri çok kızarmak.
    Gözlerini kapamak: Ölmek.
    Gözlerinin içi gülmek: Çok sevindiği yüzünden, gözlerinden belli olmak.
    Gözü arkada kalmak: Bırakılan bir şey veya kimse ile ilgili tedirginliği sürmek.
    Gözü dönmek: Aşırı bir isteğin, öfkenin etkisiyle ne yaptığını bilmez duruma gelmek.
    Gözü gibi sakınmak: Bir şeye aşırı ilgi göstermek, önemle bakıp korumak.
    Gözü gibi sevmek: Pek çok sevmek.
    Gözü gönlü açılmak: Neşelenmek, ferahlamak.
    Gözü görmez olmak: Artık ona değer vermemek.
    Gözü göz değil: İyi insan olmadığı yüzünden, bakışından belli oluyor.
    Gözü hiçbir şey görmemek: Heyecana kapılıp başka hiçbir şeyle uğraşamaz duruma gelmek.
    Gözü ısırmak: Bir kimseyi tanıyacak gibi olmak.
    Gözü kesmek: Bir işi yapabilme konusunda kendisine veya başkalarına güvenmek.
    Gözü olmak: Bir şeyi ele geçirmek isteği beslemek.
    Gözü olmamak: 1) O şeye sahip,olmayı istememek. 2) Heves beslememek, fazla önem vermemek.
    Gözü toprağa bakmak: Ölmek üzere olmak.
    Gözünde tütmek: Özlemek.
    Gözünden kıskanmak: Üzerine titremek.
    Gözünden uyku çalmak: Çok uykulu olmak.
    Gözüne girmek: Sevgi ve ilgisini kazanmak.
    Gözüne hiçbir şey görünmemek: Kendi derdi dolayısıyla hiçbir şeye değer vermemek.
    Gözüne sokmak: Bir kimsenin görmediği veya bulamadığı bir şeyi ona sert bir tavırla göstermek.
    Gözünü açmak: Birine görüşünü değiştiren bilgi vermek, onu uyarmak.
    Gözünü daldan budaktan esirgememek: Tehlikeli işlere atılmaktan çekinmemek.
    Gözünü doyurmak: Bol bol vermek.
    Gözünü kırpmadan: Çekinmeden, kokusuzca.
    Gözünü toprak doyursun: Kendinden olan veya kendisine verilen şey ne kadar çok olursa olsun, bununla yetinmeyenler için ilenme olarak söylenir.
    Gözünün bebeği gibi sevmek: Çok sevmek.
    Gözünün önünden geçmek: Hatırlamak.
    Gözünün önüne gelmek: Bir şeyi zihninde canlandırmak tasarlamak, hatırlamak.
    Gözünün üstünde kaşın var dememek: Birinin her davranışını hoş görmek.
    Göz ucuyla bakmak: Yan gözle bakmak, fark ettirmeden gözlemek.
    Gözü pek: Korkusuz, yürekli.
    Gururunu ayak altına almak: Her türlü fedakârlığı göze alıp, taviz vermek, ilkelerden vazgeçmek.
    Gururunu okşamak: Yüzüne karşı değerlerini belirterek bir kimseyi duygulandırmak.
    Gül gibi bakmak: 1) Geçimin para sıkıntısı çekmeden sağlamak. 2) İyi, temiz bakmak.
    Gül gibi geçinmek: 1) Çok iyi anlaşmak, geçinmek. 2) Rahat, sıkıntısız yaşamak.
    Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz: Birinin uygunsuz durumları sayılırken bunların öteden beri bilindiğini anlatmak için söylenir.
    Gülmekten kırılmak (katılmak): Aşırı derecede sarsılarak gülmek.
    Gün ışığına çıkmak: Açıklığa kavuşmak.
    Gününü göstermek: Cezalandırmak.
    Gününü gün etmek: Hiçbir şeyi dert edinmeyip gününü hoş geçirmek.
    Günah benden gitti (veya gitsin): "Ben görevimi yaptım, bundan sonrası için sorumluluk kabul etmem" anlamında kullanılan söz.
    Günahını çekmek: Birinin yaptığı veya birine karşı yapılan kötülüğün cezasını çekmek.
    Güneşi üzerine doğurmamak: Güneş doğmadan önce yataktan kalkmak.
    Gürültüye gitmek: Telâş ve karışıklığa rastlayarak değeri anlaşılmayıp unutulmak.
    Gürültüye papuç bırakmamak: tkz. Korkutmalara aldırış etmeyip dilediği gibi davranmak.
     
    periza bunu beğendi.
  9. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - H -​

    Ha şunu bileydin: tkz. "Bunu çoktan anlaman, bilmen gerekirdi" anlamında kullanılır.
    Hâl olmak: Kötü duruma düşmek, ölmek.
    Hâli duman olmak: argo. Kötü duruma düşmek.
    Hâli harap olmak: Kötü duruma düşmek.
    Hâli vakti yerinde: Paraca durumu iyi, zengince.
    Hâline bakmamak: Kendisinin ne durumda olduğunu düşünmeden gücünü aşan işlere kalkışmak.
    Hâline köpekler gülüyor: tkz. Çok kötü bir duruma düşenler için kullanılır.
    Halka verir talkını, kendi yutar salkımı: Verdiği öğüde kendi uymayan kimseler için kullanılır.
    Halt karıştırmak: tkz. Uygunsuz davranışta bulunmak veya iş yapmak.
    Halt yemek: tkz. Yakışıksız ve kötü bir iş yapmak.
    Hamallığını etmek yapmak: Bir işin önemsiz, fakat ağır ve yorucu yükünü taşımak.
    Hamamın namusunu kurtarmak: Görünüşünü kurtarmak için bir takım çarelere başvurarak kötü bilinen bir yere onur kazandırmaya çalışmak.
    Hamur gibi: 1) Yorgunluktan eli ayağı tutmaz. 2) Yiyeceklerin çok pişirip bulamaç durumuna gelmesi.
    Han gibi: Gereğinden çok geniş olan yer.
    Han hamam sahibi: Mülkü çok, varlıklı kimse.
    Hangi akla hizmet ediyor?: Ne gibi bir düşünce ile böyle olmayacak, mantıksız bir iş yapıyor?
    Hangi dağda kurt öldü?: Kendisinden beklenmedik bir davranış karşısında şaşma ve sitem anlatır.
    Hangi taşı kaldırsan, altından çıkar: 1) Her işten anlar ve anladığı iddiasında bulunur. 2) Her işe karışır. Hanidir: Ne vakittir, epey zamandır, çoktan beri.
    Hanya'yı Konya'yı bilmek (veya anlamak) bilmemek (veya anlamamak): Haddini bilmek veya bilmemek, deyiminde geçer.
    Har varup harman savurmak: Düşüncesizce ve hesapsızca harcamak, bol bol harcayıp tüketmek.
    Haraç mezat satmak: Açık artırma ile satmak. Hariçten gazel okumak: 1) Bir konuyu iyice bilmeden, üzerinde görüş ve düşünce ileri sürmek. 2) Bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak.
    Haritadan silinmek: Bir ülke, başka devletin hâkimiyeti altına girmek.
    Harman etmek (veya yapmak): Birçok çeşitten birer parça alıp yeni bir birleşim oluşturmak.
    Hasret gitmek: Özlemini çektiği, sevdiği bir yere veya kimseye kavuşmadan ölmek.
    Hâşâ huzurdan: Uygunsuz bir şey söylemek zorun-; da kalındığında bağışlanma dileği anlatır.
    Hâşâ sunime hâşâ: "Öyle olmasına ihtimal yok, öyle değildir", anlamında kullanılır.
    Hatır gönül bilmemek: 1) Saygı, sevgi duyduğu kimsenin gücenmesini bile göze alarak doğru bildiğini yapmak. 2) Kırıcı davranmak.
    Hatırı kalmak: Gücenmek, kırılmak.
    Hatırına bir şey gelmesin: Sözde veya davranışta kötü bir amaç güdülmediğini anlatır.
    Hatırına gelmek: Hatırlamak, aklına gelmek.
    Hatırını hoş etmek: Memnun etmek.
    Hava çalmak: Her biri, birbirleriyle çelişen, birbirine uymayan davranış ve düşüncede bulunmak.
    Hava hoş: "Bir şeyin olmasıyla olmaması arasında fark yok", anlamında kullanır.
    Hava iyi (veya fena) esmek: mec. Ortamla ilgili her türlü şart uygun (veya kötü) durumda olmak.
    Hava patlamak: den. Fırtına çıkmak.
    Havada kalmak: mec. 1) Sonuca ulaşmamak. 2) mec. Bir iddia dayanaksız olduğundan kanıtlanmamak.
    Havanın gözü yaşlı: Yağmur yağdı yağacak.
    Havasına uymak: Bulunduğu çevre ve ortamı benimsemek veya birinin huyunu almak.
    Havasını bulmak: Keyiflenmek, neşelenmek.
    Havale gelmek: Gebe ve çocuklara çoğu zaman bayılma, yüksek ateş gibi krizler gelmek.
    Havan dövücünün hınk deyicisi: Başkasına yardım edecek veya yüreklendirecek gücü olmadığı hâlde, öyle görünüp yardakçılık edenler için söylenir.
    Havanda su dövmek: Boşuna uğraşmak.
    Havsalasına sığmamak: 1) Aklı almamak, kavrayamamak. 2) Kabul edememek.
    Hay hayı gitmek vay vayı kalmak: Sağlığını, gençliğini yitirerek yakınır duruma gelmek.
    Hayal olmak: 1) Gerçekleştirilememek. 2) Geçmişte kalmak, hatıra olmak.
    Hayatı kaymak: Her işi ters gitmek, mahvolmak.
    Hayatın baharı: Gençlik çağı.
    Hayatını (birine) borçlu olmak: Biri tarafından ölümden kurtarılmış olmak.
    Hayatını kazanmak: Geçimini sağlamak.
    Haybeye kürek çekmek: Boş boşuna uğraşmak.
    Haydi canım sen de: "Böyle şey olmaz, sana inanmam", anlamında kullanılır.
    Hazır mezarın ölüsü: şaka. Her hizmeti başkalarından bekleyen tembeller için söylenir.
    Hazıra konmak: Başkasının emeğiyle ortaya çıkmış bir şeyden yararlanmak.
    Her boyaya girip çıkmak: Çeşitli işlerde kısa süre de olsa çalışmış olmak.
    Her boyayı boyadı bir fıstıki yeşil(mi) kaldı?: Yapılması gereken bir şey varken, önemsiz, zorunlu olmayan şeylerle ilgilenildiğinde söylenir.
    Her gördüğü sakallayı babası sanmak: şaka. Görünüşe aldanmak.
    Her kafadan bir ses çıkmak: Bir konu üzerinde herkes rastgele konuşmak.
    Her tarakta bezi olmak: Kırk tarakta bezi olmak.
    Her telden çalmak: Her çeşit işi yapar durumda olmak veya birçok konuda bilgisi olmak.
    Herkes gider Mersin'e biz gideriz tersine: Bir işin bilerek ters yapıldığını.
    Hesap vermek (veya hesabını vermek): Bir işin sorumluluğunu yüklenmek.
    Hesaba gelmez: 1) Sayılamayacak kadar çok. 2) Umulmadık, beklenmedik.
    Hesabı yok: Sayılamayacak kadar çok, sayısız.
    Hesabını (kitabını) bilmek: Tutumlu olmak.
    Hesabını görmek: Cezalandırmak .
    Hevesi kursağında (veya içinde) kalmak: İstediği, imrendiği şeyi elde edememek.
    Hevesini kırmak: 1) İsteklerini, düşüncelerini engellemek. 2) Zevki kaçmak, hevesi kalmamak.
    Heyheyler geçirmek: Büyük heyecanlar geçirmek.
    Heyheyleri tutmak: Çok sinirlenmek.
    Hızır gibi yetişmek: Birinin en sıkışık bir zamanında, beklemediği biri, yardımına yetişmek.
    Hile hurda bilmez: Kimseyi aldatmaz doğru.
    Hilesi, hurdası yok: Yalanı, dolanı yok.
    Hop oturup hop kalkmak: Öfke, heyecan vb. duygular sebebiyle yerinde duramaz olmak.
     
    periza bunu beğendi.
  10. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - I İ -​

    Icığını cıcığını çıkarmak: İncelenmemiş, elden geçirilmemiş hiçbir yerini bırakmamak, didik didik etmek.
    Irgat pazarına döndürmek (biri yeri): Karışık ve dağınık bir duruma getirmek.
    Isıtıp ısıtıp önüne koymak: Daha önce geçmiş bir olayı, bir işi, ileri sürülmüş bir düşünceyi sık sık tekrarlamak.
    Işık tutmak: Düşüncesiyle kılavuzluk etmek, konuyu aydınlatıcı düşünceler söylemek, tutacağı yolu göstermek.
    İçi erimek: Kaygı duymak, çok üzülmek.
    İçi ezilmek: Üzülmek, yüreği burkulmak.
    İçi geçmek: İstemeden kısa bir süre uyuyuvermek.
    İçi içine geçmek: Tedirgin olmak.
    İçi içine sığmamak: Telâş, sabırsızlık, coşkunluk göstermekten kendini alamamak.
    İçi içini yemek: İstediğini yapamamak yüzünden üzülmek; dert etmek.
    İçi kan ağlamak: Çok üzüntü duymak.
    İçi paralanmak: Birine acıyarak çok üzülmek.
    İçi titremek: Özen göstermek.
    İçi vık vık (fık fık veya pır pır) etmek: Sabırsızca, tedirgin davranmak.
    İçinden bir şeyler kopmak: Ruhundaki güzellikler bitmek, iç acısı duymak.
    İçinden pazarlıklı (veya içten pazarlıklı): Sinsi.
    İçine ateş düşmek: Büyük bir acı ve üzüntünün etkisi altına girmek.
    İçine doğmak: Hiçbir belirtiye dayanmadan, bir işin olacağını veya olduğunu önceden sezinleme.
    İçine kurt düşmek: Kendisine zararı dokunacak bir durum meydana geleceğinden kuşkulanmak.
    İçine oturmak: Çok etkilemek, çok üzülmek.
    İçini açmak: Derdini anlatmak, içini dökmek.
    İçinin (veya yüreğinin) yağı erimek: Telâş veya kaygı ile üzülmek.
    İçin için kaynamak: Aşırı heyecan, gözü peklik ve hareket içindeyken bunu belli etmemek.
    İflâs bayrağını çekmek: tkz. 1) Ticarette batmak. 2) Her şeyini yitirmek.
    İğne atsın yere düşmez: Çok kalabalık.
    İğne deliğinden Hindistan'ı seyretmek: Küçük bir olaydan büyük anlamlar çıkarmak.
    İğne ipliğe dönmek: Çok zayıflamak.
    İğneden ipliğe kadar: Ne kadar eşya varsa, hepsi.
    İki ahbap çavuş: Her yerde hep birlikte görülen, birbirinden ayrılmayan iki arkadaş için şaka yollu söylenir.
    İki arada kalmak: Birbirine karşıt iki kişi arasında ne yapacağını bilemeyerek şaşırmak.
    İki ayağını bir papuca sokmak: Birini bir işi hemen yapması için çok sıkıştırmak.
    İki de bir (veya ikide birde): Ara sıra, sık sık.
    İki eli böğründe kalmak: Çaresiz kalıp ne yapacağını bilememek.
    İki eli kanda (veya kızıl kanda) olsa: Elindeki iş ne kadar önemli olursa olsun.
    İki gözüm (iki gözümün nuru): Okşayıcı bir sesleniş olarak kullanılır.
    İki karpuzu bir koltuğa sığdırmak: Aynı anda iki işi veya görevi yapmak.
    İki kere iki dört eder: Gerçekliğinden şüphe edilmeyecek kadar açık.
    İki lâfı bir araya getirememek: Düşündüğünü doğru dürüst ifade edememek.
    İki paralık etmek: Değerini, onurunu düşürmek.
    İki paralık olmak: Değerim, onurunu yitirmek.
    İki seksen uzanmak: alay. Bir çarpma, vurma sonucu boylu boyunca serilmek.
    İki söz bir pazar: Uzun boylu pazarlık etmeden.
    İki ucu bir araya getirememek: Gelirle gideri denkleştirememek, işleri düzene koyamamak.
    İki yakası bir araya gelmemek: Geçim sıkıntısından bir türlü kurtulamamak.
    İki yakasını bir araya getirmek: Maddi sıkıntıdan kurtulup rahata ermek.
    İkisi bir kapıya çıkmak: Aynı sonuca varmak.
    İleri gelmek: Sebep olmak, oluşmak, bağlı bulunmak, doğmak, meydana gelmek.
    İleri gitmek: Sözlerinde ölçü dışına çıkmak, gereksiz, aşırı davranışta bulunmak.
    İlerisini gerisini hesaplamamak: Her hangi bir konuda çok ve ayrıntılı düşünmeden hareket etmek, tedbirsizce, ihtiyatsızca davranmak.
    İlik gibi: Çok lezzetli, iyi pişmiş.
    İliğine işlemek: 1) Çok ıslanmak; çok üşümek. 2) Bütün varlığını kaplamak, çok etkilenmek.
    İliğine kadar ıslanmak: Çok ıslanmak.
    İnsan ayağı değmemiş (veya basmamış): İçine insan girmemiş, içinde insan olmayan.
    İnsan eti yemek: mec. Birini çekiştirmek.
    İnsan içine çıkmak: Toplum içine karışmak, başkalarıyla ilişki kurmak.
    İnsanlıktan çıkmak: Çok zayıflamak.
    İpe sapa gelmeyen (veya gelmez): Akla yakın olmayan veya birbirini tutmayan.
    İpi eline geçmek: Yönetimi başkasının eline geçmek, kontrolü başkasının elinde bulunmak.
    İpi koparmak: Bağlı bulunduğu kuruluşla veya yakınlığı bulunan kişi ile ilişkisini kesmek.
    İpi sapı yok: Birbirini tutmaz, yersiz, anlamsız.
    İpin ucunu kaçırmak: tkz. Yönetimde veya bir şeyi kullanmada gereken ölçüyü yitirmek.
    İpiyle kuyuya inilmez: Kendisine güvenilmez.
    İple çekmek: Sabırsızlıkla beklemek.
    İpten kazıktan kurtulmuş: Her türlü kötülüğü yapacak yaradılışta olan kimse.
    İpten kuşak kuşanmak: Yoksul düşmek.
    İrapta mahalli yok: Hiçbir değeri ve önemi yok.
    İsmi var cismi yok: Sözü edilen bir kimse veya şeyin gerçekte var olmadığını anlatır.
    İstifini bozmamak: Aldırış etmeyip durum ve davranışını hiç değiştirmemek.
    İstim arkadan gelsin: Önce istenilen iş yapılsın, gereken şartlar sonradan yerine getirilsin.
    İş çığrından çıkmak: Amacından saparak düzeltilmesi güç bir durum almak.
    İş inada binmek: Bir işi yapmakta direnmek.
    İşi Allah'a kalmak: Güç şartlar altında, kimseden yardım gelmeyecek bir durumda bulunmak.
    İşi başından aşmak: Pek çok işi olmak.
    İşi iş olmak: İşi yolunda olmak.
    İşi üç nalla bir ata kaldı: Eline önemsiz bir imkân geçince büyük işlerin düşüne kapılanlar için söylenir.
    İşi iş, kaşığı gümüş: İşi tam istediği yolda.
    İşin ucu: Bir işin kökeni.
    İşine gelmek (veya gelmemek): Çıkarma, amacına, düşüncesine uygun olmak (veya olmamak).
    İşine göre: Çıkarma uygun.
    İşkembeden atmak: tkz. Uydurarak söylemek.
    İşkembesini şişirmek: tkz. Oburca yemek yemek.
    İt dişi domuz derisi: Sevilmeyen iki kişi arasındaki anlaşmazlıktan duyulan hoşnutluğu anlatır.
    İt ite (buyurur), it de kuyruğuna: Yüksünülen bir iş ondan ona bırakıldığında söylenir.
    İt sürüsü kadar: hkr. Gereğinden çok.
    İtin kuyruğunda: tkz. Pek çok, pek bol.
    İzi silinmek: Ortadan yok olmak, kaybolmak.
    İzinden yürümek: Birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynı anlayışla sürdürmek.
     
    periza bunu beğendi.
  11. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - K 1 -​


    Kabasını almak: Biçim verilecek bir maddenin gereksiz bölümlerini gidermek.
    Kabahat bulmak: Bir kusur, suç aramak.
    Kabak çiçeği gibi açılmak: Utangaçlıktan çabucak sıyrılarak aşırı ölçüde serbestlik göstermek.
    Kabuğunun dışına çıkmak: İçinde bulunduğu ortam veya durumdan ayrılmak.
    Kabuğuna çekilmek (kendi): Dışarısı ile olan ilişkilerini kesmek, kimse ile görüşmemek.
    Kabuğunu çatlatmak (veya kabuğunu kırmak): İçinde bulunduğu güç, olumsuz veya kötü durumdan kurtulup rahatlamak.
    Kaçın kur'ası: Birinin kolay kolay aldanmayacak kadar görmüş geçirmiş olduğunu anlatmak için söylenir.
    Kaçak güreşmek: Asıl konuya girmeksizin başka şeylerden söz etmek veya politikada sık sık düşünce değiştirip esas amacını gizlemek.
    Kaçmaktan kovalamaya vakit olmamak: Önemli işler yüzünden başka işlere yetişememek.
    Kafa cilalamak: ikz. İçki içmek.
    Kafa göz yarmak: Beceriksizlik göstermek.
    Kafa kafaya vermek: İki veya birkaç kişi bir kenara çekilip konuşmak.
    Kafa tutmak: Boyun eğmemek, karşı gelmek.
    Kafa ütülemek: argo. Çok lâf edip tedirgin etmek.
    Kafa yapmak: Dalga geçmek.
    Kafadan atmak: Bir konu üzerinde inceleme yapmadan, rastgele konuşmak, uydurmak.
    Kafası bozulmak: Öfkelenmek, kızmak.
    Kafası bulanmak: Bir olay karşısında aklı karışmak, anlayamaz, kavrayamaz duruma gelmek.
    Kafası sersem sepet (olmak): Gürültü ve uğultudan zihni yorulmuş olmak.
    Kafası şişmek: 1) Zihni yorulmak. 2) Gürültüden tedirgin olmak.
    Kafası yerinde olmamak: Gereği gibi düşünecek durumda olmamak.
    Kafasına dank etmek: Bir olay sebebiyle birden ayılmak, doğruyu anlamak.
    Kafasına vur, ekmeğini elinden al: Uysal ve sessiz kimseler için söylenir.
    Kafasını kaldırmak: 1) Karşı gelmek, baş kaldırmak. 2) Yoğun bir biçimde düşünmek veya çalışmak.
    Kafasını kırmak: İyice dövmek, pataklamak.
    Kafasının bir tahtası noksan olmak: alay. Akıl durumunda bozukluk olmak.
    Kafasının dikine gitmek: Hiçbir öğüde kulak asmayarak aklına koyduğunu yapmak.
    Kafasının etini yemek: Sürekli rahatsız etmek.
    Kafayı (yere) vurmak: 1) Hastalanıp yatağa düşmek. 2) Uyumak için yatmak.
    Kafayı çekmek: argo. İçki içmek.
    Kafayı tütsülemek: argo. Sarhoş olmak.
    Kafayı üşütmek: Delirmek, çılgınlaşmak.
    Kafes gibi: Zayıf, kuru veya delik deşik.
    Kafese girmek: argo. 1) Aldatılıp kendisinden çıkar sağlanmak. 2) Hapse girmek
    Kâğıt gibi olmak: Benzi solmak.
    Kâğıt üzerinde (üstünde) kalmak: Bir işin yapılması düşünülmüş olduğu hâlde yapılmamak.
    Kâğıt kaleme sarılmak: Hemen yazmaya başlamak.
    Kahrından ölmek: 1) Çok üzülmek. 2) Aşrı üzüntü, ölümüne sebep olmak.
    Kâhya kesilmek: Olur olmaz her işine karışmak.
    Kalayı basmak: argo. Adamakıllı küfretmek.
    Kalbura çevirmek: Delik deşik etmek.
    Kalbura dönmek: Delik deşik olmak.
    Kalburüstüne gelmek: Benzerleri arasında sivril-miş olmak, seçkin duruma gelmek.
    Kaldırıma düşmek: 1) Önemini, değerini yitirmek. 2) Ucuz fiyatla sokakta satışa çıkarılmak.
    Kaldırımları arşınlamak: İşsiz güçsüz dolaşmak.
    Kaleyi içinden fethetmek: Davasını karşı taraftan birinin yardımıyla kazanmak.
    Kalem çekmek: Gereksiz olduğunu belirtmek için üstünü çizmek.
    Kalem oynatmak: Yazı yazmak.
    Kaleme sarılmak: Hemen yazmaya başlamak.
    Kaleme gelir: Yazılabilir veya anlatılabilir.
    Kalemiyle yaşamak (veya geçinmek): Geçimini bazılarıyla sağlamak.
    Kalıbını basmak: Bir şeyi güvenle doğrulamak.
    Kalıbının adamı olmamak: Görünüşünden beklendiği gibi olmamak.
    Kalıp gibi: Durumunu bozmamış.
    Kalıp gibi oturmak: Vücuda tam oturmuş giysi.
    Kalıp gibi serilmek: Upuzun yatmak.
    Kalıp gibi uyumak: Kımıldamadan uzun ve derin bir uyku uyumak.
    Kalıp kesilmek: Olduğu gibi kalmak.
    Kalıptan kalıba girmek: Çıkar sağlamak için her duruma uymak.
    Kalkıp kalkıp oturmak: Öfkesini vücut kımıldanışlarıyla belli etmek.
    Kalp kırmak: Gönül kırmak, incitmek.
    Kalp olmamak: Acıma duygusu olmamak.
    Kalbe dokunmak: Acı veya üzüntü vermek.
    Kalbi ağzına gelmek: 1) Çok heyecanlanmak, korkmak, endişelenmek.
    Kalbi yerinden oynamak: Heyecanlanmak, yüreği yerinden oynamak.
    Kalbine girmek: Sevgisini kazanmak.
    Kalbini açmak: Duygularını, düşüncelerini açık açık mine söylemek, içini dökmek.
    Kalbini kırmak: Üzmek, incitmek, kalp kırmak.
    Kama basmak: hlk. Oyunda yenmek.
    Kambersiz düğün olmaz: Her toplumda veya her işin içinde bulunanlar için alay yollu söylenir.
    Kambur üstünde kambur (veya kambur üstüne): Sıkıntı ve tersliklerin üst üste geldiğini anlatır.
    Kamburu çıkmak: 1) mec. (eğilerek yapılan işler için) çok çalışmış olmak. 2) İhtiyarlamak.
    Kamış atmak (veya koymak): argo. Birine oyun etmek, arabozanlık etmek.
    Kan ağlamak: Büyük bir üzüntü içinde bulunmak.
    Kan akıtmak: Kurban kesmek.
    Kan alacak damarı bilmek: Nereden veya kimden çıkar sağlanabileceğini bilmek.
    Kan başına sıçramak (veya beynine çıkmak): Çok sinirlenip öfkelenmek.
    Kan dökmek: Ölüme yol açmak, cana kıymak.
    Kan gövdeyi götürmek: Çok kan dökülmüş olmak.
    Kan gütmek: Kan dökerek öç almak istemek.
    Kan kusturmak: Çok eziyet çektirmek.
    Kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek: Çok eziyet çektiği hâlde durumunu iyi göstermek.
    Kan olmak: İnsan öldürülmek.
    Kan oturmak (vücudun bir yerine): Bir damarın çatlamasıyla, dokular arasına kan sızmak.
    Kan revan içinde: Her yanı kana bulanmış.
    Kan ter içinde (kalmak): Çok terli, yorgun ve perişan bir durumda (kalmak).
    Kan tere bakmak: Kan ter içinde kalmak.
    Kana susamak: Öldürme hırsı duymak.
    Kanı basına çıkmak (veya sıçramak veya toplanmak): Çok öfkelenmek.
    Kanı donmak: Donakalmak, şaşırmak.
    Kanı içine akmak: Derdini dışa vurmamak.
    Kanı ısınmak (birine karşı): Yakınlık duymak.
    Kanı kaynamak (birine): Çabucak sevgi duymak.
    Kanına girmek: Birini öldürmek veya öldürtmek.
    Kanına susamak: Belâsını aramak.
    Kanayan yara olmak: Sürekli sıkıntı, üzüntü ve zarar veren bir durumda olmak.
    Kanat açmak: Birini korumak, himaye etmek.
    Kanat alıştırmak: Bir işe alışmaya çalışmak.
    Kanadı altına almak (veya birinin üstüne) kanat germek: Korumak, himayesine almak.
    Kanlı yaş(lar) dökmek: Büyük üzüntüyle ağlamak.
    Kanlısı olmak (birinin): Birinin katili olmak.
    Kantarı belinde: Gözü açık, aldatılmaz.
    Kabına sığmamak: Duygularına engel olmayıp taşkın davranışlarda bulunmak.
    Kapağı atmak: Sıkıntısız, rahat bir yere sığınmak, kaçıp kurtulmak.
    Kapana düşmek (girmek, kısılmak, kaymak, tutulmak veya yakalanmak): mec. İçinden çıkılmaz bir duruma düşmek, ele geçmek.
    Kapana düşürmek (veya kıstırmak): l)Birini zor durumda bırakmak. 2) Birini düzenle ele geçirmek.
    Kapı açmak: 1) Bir şeyin sözünü etmek veya bir işe başlamak. 2) Pazarlığa çok yüksek bir fiyatla başlamak.
    Kapı gibi: İri vücutlu (kimse).
    Kapıdan kovsan bacadan düşer: Yüzsüz, arsız kimseler için söylenir.
    Kapılar yüzüne (üzerine, üstüne) kapanmak: İstenilen şeye ulaşma imkânı verilmemek.
    Kapıları açık tutmak: Herhangi bir konuda ilişkiyi; kesmeden anlaşma ortamını sürdürmeye çalışmak.
    Kapıları kapamak: Bütün ilişkileri kesmek veya anlaşma ortamını ortadan kaldırmak.
    Kapıyı büyük açmak: Çok masraflı bir işe girişmek veya hesapsız harcamak.
    Kapıyı göstermek: Kovmak uzaklaştırmak.
    Kar yağmak: Kar yere düşmek.
    Karda yürüyüp (gezip) izini belli etmemek: Kimsenin sezemeyeceği biçimde gizli iş çevirmek.
    Karada ölüm yok: Bundan sonra herhangi bir sıkıntı ile karşılaşma ihtimali yok.
    Karaya ayak basmak: 1) deniz, göl vb. den karaya çıkmak. 2) Deniz taşıtından karaya çıkmak.
    Kara kedi geçmek (aralarından): Birbirinden soğumak, aralarında soğukluk girmek.
    Karalar bağlamak (veya giymek): Yas tutmak.
    Karanlıkta göz kırpmak: Bir şeyi anlatmak isterken karşısındakinin anlayamayacağı bir işarette bulunmak veya bir söz söylemek.
    Karnı zil çalmak: Çok acıkmış olmak.
    Karnı tok sırtı pek: Geçimi iyi, para sıkıntısı olmayan kimseler için kullanılır.
    Karınca yuvası gibi kaynamak (bir yer): Çok kalabalık ve hareketli olmak.
    Kaş çatmak: Kızmak, öfkelenmek.
    Kaş yapayım derken göz çıkartmak: İşi düzelteyim derken büsbütün bozmak.
    Kaşla göz arası: Kimsenin sezmesine imkân vermeyecek kadar kısa bir zaman içinde, çok çabuk.
    Kaşık sallamak: Yemek yemek.
    Kaşıkla yedirip sapıyla (gözünü) çıkartmak: Yaptığı bir iyiliği hiçe indirecek kötülükte bulunmak.
    Kavanoz dipli dünya: "Boş dünya, yalan dünya, fani dünya" anlamında üzülmemeyi, biraz boş vermeyi, acmmamayı anlatan söz.
    Kavga bizim yorganın başına imiş: Başkaları yüzünden zarar gören kimsenin söylediği söz.
    Kavgada yumruk sayılmamak: Kavga sırasında dayak da yenir, dayak da atılır.
    Kayık yanaştırmak: mec. Bir konuya veya soruna yavaş yavaş girmek.
    Kayıplara karışmak: Bulunduğu yerden ayrılıp gitmek, gittiği yeri bildirmemek, görünmez olmak.
    Kazın ayağı öyle değil: Bir sorun, bir durum sanıldığı gibi değildir.
    Kazdığı çukura (veya kuyuya) kendisi düşmek: Başkası için hazırladığı kötülüğe kendi uğramak.
    Keçe külah etmek: Aldatmak, kandırmak.
    Keçesini sudan çıkarmak: Güç olan bir işi, durumu yoluna koyarak rahatlamak.
    Keçeyi suya atmak: Ar ve namusu hiçe saymak.
    Keçiye can kaygısı, kasaba et (veya yağ) kaygısı: Başkasının büyük zararı karşısında kendi küçük yararını düşünenler için sitem olarak söylenir.
    Kedi (veya eti) ne, budu ne?: 1) Yaşı küçük. 2) İmkânları, gücü sınırlı, parası az.
    Kedi ciğere bakar gibi bakmak (veya süzmek, seyretmek): İmrenerek bakmak.
    Kedi gibi dört ayak üzerine düşmek: En güç durumdan zarar görmeden kurtulmak.
    Kedi ile köpek gibi: Birbirleriyle geçinemeyen, anlaşamayan kimseler için söylenir.
    Kedi yavrusunu yerken sıçana benzetir: Yolsuz olduğunu bildiği bir işi yaparken kendini mazur göstermek için bahane uydurur.
    Kediye peynir (veya ciğer) ısmarlamak: Güvenilmeyecek birine saklaması için bir şey bırakmak.
    Kefeki tutmak: Küflenmek.
    Kehribar gibi: Sapsarı, koyu san.
    Kel kâhya: İlgisi olsun olmasın her şeye karışan.
    Kelbaşa şimşir tarak: Birçok ihtiyaç varken gereksiz özenti ve gösterişi belirtir.
    Kelimenin tam anlamıyla: Bir durumu anlatmak] için kullanılan sözün kapsadığı tam kavramla.
    Kelle götürmek: Gereksiz bir aceleyle gitmek, koşturmak, acele davranmak.
    Kelle koparmak: mec. Olumsuz ve başarısız bir durum sonunda işe, göreve son vermek.
    Kelle koşturmak: Gereğinden çok acele etmek.
    Kelle kulak yerinde (olmak): 1) Kanlı canlı ve iri yapılı olan. 2) Gösterişli, itibarlı sayılan.
    Kellesinden olmak: Can vermek, ölmek.
    Kellesini koltuğuna almak: Ölümü göze almak.
    Kelleyi vermek: Canını feda etmek.
    Kem gözle bakmak: 1) Kötü niyetle bakmak. 2) Na-| zar değdiren bir bakışla bakmak.
    Kemik atmak (birinin önüne): hkr. Susturmak, oyalamak için birini küçük bir şeyle avutmak.
    Kemik gibi: pek kuru, katı, sert; sağlam.
    Kemikleri sayılmak: Çok zayıflamak.
    Kem küm etmek: Anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek.
    Kenar gezmek: Bir şeyden uzaklaşmış olmak.
    Kenarda kalmak: Kendine yakışan yeri tutamaya-rak önemsiz bir duruma düşmek.
    Kendi ağzıyla tutulmak: Suçu, yalanı veya iddiasının yanlışlığı kendi sözüyle ortaya çıkmak.
    Kendi derdine düşmek: Kendi sorunu sebebiyle başka şeyle ilgilenememek.
    Kendi göbeğini kendi kesmek: İhtiyaç duyduğu yardım, başkalarınca esirgendiğinde işini kendi görmek.
    Kendi havasında gitmek (veya havasında olmak): Yalnız başına, istediği gibi davranmak.
    Kendi içine çekilmek: Başkasıyla ilişki kurmamak, kendi yalnız başına kalmak, inzivaya çekilmek.
    Kendi kendini yemek (veya kendini yemek): Açığa vurmadan, gizli gizli üzülmek.
    Kendi köşesinde yaşamak: Yalnız başına yaşamak.
    Kendi kuyusunu kendi kazmak: Kendine zarar verecek davranışta bulunmak.
    Kendi söyler kendi dinler: Ne söylediği anlaşılmaz veya söylediği şeylere önem verilmez.
    Kendinde olmamak: Bilinci, aklı yerinde olmamak.
    Kendinde toplamak: Kendi üzerinde bulundurmak, kendi varlığı içinde yer almasını sağlamak.
    Kendisinden geçmek: Bilinci işlemez olmak, kendini kaybetmek, bayılmak.
    Kendini (kapıp) koyuvermek: Kendine özen göstermemek, kötümser olmak.
    Kendini alamamak: İstemeyerek bir İşi yapma duruma girmek, kendini tutamamak.
    Kendini dar atmak (bir yere): Sıkıntı veren bir yer veya durumdan güçlükle kurtulmak.
    Kendini dev aynasında görmek: Kendini olduğundan çok üstün görmek.
    Kendini ele vermek: Yaptığı bir davranış veya söylediği bir sözle kendi suçunu ortaya çıkarmak.
    Kendini fasulye gibi nimetten saymak: tkz. Kendini çok önemli biri gibi görmek.
    Kendini paralamak: Çok çaba ve özen göstermek.
    Kerameti kendinden menkul: Başka bir etkenle kavuştuğu iyi durumu kendi çabasının verimi veya değerinin karşılığı saymak.
    Kertesine gelmek: Tam yerini ve zamanını bulmak.
    Kesesi elvermemek: Bütçesi elverişli olmamak.
    Kesesini doldurmak: Fırsatlardan yararlanarak para kazanıp zengin olmak.
    Keseye davranmak: Ödemek istemek.
    Kestiği (veya attığı) tırnak olamamak: Söz konusu I olan kimseden değerce çok aşağı olmak.
    Keyfinden bayılmak (veya dört köşe olmak): tkz. Bir şeyden çok kıvanç duymak.
    Keyfinin kâhyası olmamak: Birine karışmaya hakkı olmamak.

     
    periza bunu beğendi.
  12. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi


    - K 2 -​


    Kıçına bakarak (veya kıçına baka baka): Başvurduğu yerden olumlu sonuç alamayarak.
    Kıl (kadar) kalmak: Çok az kalmak.
    Kıl gibi: İpince, incecik.
    Kılı kıpırdamamak: Durum ve davranışını değiştirmek, aldırış etmemek, umursamamak.
    Kılı kırk yarmak: Titiz ve ayrıntılı bir biçimde incelemek, önemle üstünde durmak,
    Kılına dokunmamak: Bir kimseye dokunacak, zarar verecek en ufak bir davranışta bile bulunmamak.
    Kılıç oynatmak: Egemen olarak yaşamak.
    Kılıfına uydurmak: Bir durum ve tutuma, yöntemine uygun biçim vermek.
    Kılık kıyafet köpeklere ziyafet: Giyinişi ve görünüşü kötü tiksindirici olanlar için söylenir.
    Kılığına çeki düzen vermek: Giyinişine özen göstermek.
    Kılıktan kılığa girmek: 1) Giysi değiştirmek. 2) Sık sık düşünce değiştirmek.
    Kıpkırmızı kesilmek (veya olmak) (yüz için): Herhangi bir sebeple çok kızarmak.
    Kır düşmek (saçma veya sakalına): Göze çarpar derecede beyaz kılları bulunmak, kırlaşmak.
    Kırılıp dökülmek: Kibar görünmeye çalışmak.
    Kırk (veya bin) dereden su getirmek: Birini kandırmak için birçok sebep ileri sürmek.
    Kırk bir (buçuk) maşallah (ciddi veya alaylı): "Nazar değmesin" anlamında kullanılır.
    Kırk evin kedisi: Birçok eve girip çıkan (kimse).
    Kırk kapının ipini çekmek: Birçok yere uğramak.
    Kırk para: esk. mec. Çok az.
    Kırk yılda bir: Çok seyrek olarak.
    Kırkı çıkmak (loğusa, yeni doğan bebek veya ölü için): Doğumdan veya ölümden sonra kırk gün geçmek.
    Kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak: "Vakti geçmiş, artık işe yaramayacak durumda olmak" anlamında kullanılan bir söz.
    Kırkından sonra azmak: Yaşlandıktan sonra yaşma uymayan davranışlarda bulunmak.
    Kırkından sonra saz çalmak: Yaşlandıktan sonra uzun ve güç bir işe girişmek.
    Kırkları karışmış olmak (çocuklar için): Aynı kırk günlük süre içinde doğmuş olmak,
    Kırdığı koz (veya ceviz) kırkı (veya bini) aşmak: Sürekli yakışıksız davranışlarda bulunmak.
    Kırıp geçirmek: Yakıp yıkarak, öldürerek baskı veya etki yaparak büyük zarar vermek.
    Kırıp satmak: Bir şeyi yapmak için, güçlükle her türlü imkândan yararlanmak.
    Kısa günün kâri: "Hiç olmamaktansa bu kadarı da iyidir" anlamında kullanılır.
    Kısmet (veya kısmeti) çıkmak (kız, kadın için): evlenme teklifi almak.
    Kısmeti ayağına (kadar) gelmek: Beklenmeyen bir sebeple kazançlı bir durumla karşılaşmak.
    Kısmetini ayağıyla tepmek: Kavuşacağı iyi bir durumu, değerini bilmeyerek istememek.
    Kıssadan hisse: Anlatılan bir olaydan alınacak ders.
    Kıyamet gibi (veya kıyamet kadar): Pek çok.
    Kıyamet mi kopar?: "Ne olur, ne çıkar, ne önemi var", anlamlarında kullanılır.
    Kıyametleri koparmak: Bir şeye çok kızarak bağırıp çağırmak, feryat etmek; aşırı gürültülere, kargaşaya yol açmak.
    Kıyas kabul etmez: İki şey arasındaki ayrımın çok fazla olduğunu belirtmek için kullanılır.
    Kızarıp bozarmak: Utanç, öfke gibi duyguların etkisiyle yüzünün rengi değişmek.
    Kibarlık akmak (üstünden veya paçalarından): ikz. Aşırı derecede kibar davranmak.
    Kilise direği gibi: şaka. Çok kaim (ense).
    Kilit kürek olmak (bir yeri): Korumak, o yerin güvenilir, sağlam adamı olmak.
    Kilidi küreği olmamak: (her şeyi) Açıkta bulunmak, kilitli yere saklanmamış olmak.
    Kim vurduya gitmek: Bir kalabalık arasında öldürülen veya vurulan kimsenin kimin tarafından öldürüldüğü belli olmayan
    Kimin arabasına binerse onun türküsünü çağırır: Kimden bir çıkar sağlarsa, onun hoşuna gidecek biçimde davranan dönek ve dalkavuk kimseler için kullanılır.
    Kimine hay hay, kimine vay vay: Kiminin talihinin iyi, kiminin de kötü gittiğini anlatır.
    Kirli çamaşırlarını ortaya dökmek (birinin): Ayıp, kusur veya suçlarım açıklamak, söylemek.
    Kirpiği kirpiğine değmemek: Hiç uyumamak
    Kitapta yeri olmak: Din veya yasa kitaplarında bulunmak, konusu geçmek.
    Kokusunu (veya koku) almak (veya duymak): mec. Gizli tutulan bir şeyi sezmek.
    Kol kanat olmak (veya germek) (birine): Yardım etmek, korumak, himaye etmek.
    Kol vermek: Destek olmak
    Kol vurmak: Dolaşmak.
    Kollarını açmak (birine): İçtenlikle karşılamak veya kucaklamaya hazırlanmak, sevgisini ve dostluğunu göstermek.
    Kolu kanadı kırılmak: Bir şey yapamayacak duruma gelmek, çaresiz kalmak.
    Kolunda altın bileziği olmak (birinin): Kazanç sağlayan bir mesleği, zanaatı olmak.
    Koltukları kabarmak: Kendine veya yakınlarına yapılan övgüden kıvanç duymak.
    Koltukta olmak: şaka. Başkasının konuğu olup kendi masraf etmemek.
    Koltuğu doldurmak: Aldığı görevi tanı olarak başarabilecek yetenekte bulunmak.
    Koltuğuna girmek (veya koltuğunun altına sığınmak): Birinin koruyuculuğuna sığınmak.
    Komşu kapısına çevirmek (bir yeri): Yakın olmadığı ve sık sık uğranılması gerekmediği hâlde bir yere çok sık gitmek.
    Komşuda pişer, bize de düşer: İnsanların, çevresindekilerinin kazancından yararlanma umudunu anlatır.
    Korktuğu başına gelmek (veya korktuğuna uğramak): Düşünülen kötü durum gerçekleşmek.
    Koyduğum yerde oturuyor: tkz. Uzun süredir hiçbir ilerleme göstermeyenler için söylenir.
    Kozasına çekilmek: Çevreyle ilişkisini kesmek, hiçbir şeye karışmamak.
    Kökü kazınmak: Bir daha ortaya çıkamayacak biçimde yok edilmek.
    Kökünden halletmek: Herhangi bir konuyu veya sorunu temelden çözümlemek.
    Köküne kibrit suyu: "Yerin dibine batsın!", "Ölsün, kahrolsun!" anlamlarında ilenme sözü.
    Köküne kibrit suyu dökmek (veya kökünü kurutmak): Bir daha ortaya çıkamayacak biçimde yok etmek.
    Kökünü (veya kökünden) kazımak: Bir daha üreyemez duruma getirmek, hiçbir kalıntısını bırakmamak, yok etmek.
    Köpeği bağlasan durmaz: Yaşamaya elverişsiz yerler için kullanılır.
    Köpeksiz köy bulmuş da çomaksız (veya değneksiz) geziyor: Kendisine engel olacak, karşı çıkacak kimse olmadığı için istediği gibi davrananlara söylenir.
    Köprünün (veya köprülerin) altından çok su (veya sular) aktı (veya geçti): "Zamanla şartlar çok değişti, eski durum kalmadı", anlamında kullanılır.
    Kör değneğini beller gibi: Hep aynı biçimde davranıp hiçbir yenilik veya değişiklik yapmayı düşünmeyenlerin tutumunu niteler.
    Kör kurttan bile vazgeçmemek: En küçük varlığı bile hor görmeden korumak.
    Körler mahallesinde ayna satmak: Bir şeyi ona hiç ihtiyaç duymayacak olan çevreye götürmek.
    Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz: İstenilen şey fazlasıyla elde edildi.
    Kösteği kırmak: 1) Çocuk yürümeğe başlamak. 2) Bağlı bulunduğu yerle ilişiğini kesmek.
    Köşe başını tutmak: Etkili olabilecek en önemli makamda bulunmak veya yeri ele geçirmek.
    Köşe kapmaca oynamak: mec. Biri başkasına gidip bulamadığı sırada, o da kendisine gelip bulamamak, birbirini arayıp durmak.
    Köşeye atılmak: Önem vermemek, gözden uzakta tutmak ilgilenmemek.
    Köşeye çekilmek: Hiçbir işe karışmayarak yaşamak.
    Köşeye oturmak (kız için): Gelin olmak, evlenmek.
    Köşeye sinmek: Kimsenin görmeyeceği bir yere saklanmak, gizlenmek, sesi çıkmaz olmak.
    Köşeyi dönmek: 1) Hiçbir çaba göstermeden kısa sürede zengin olmak. 2) Kısa yoldan ve büyük bir emek harcamadan sosyal ve ekonomik güç edinmek.
    Kötü yola düşmek: Kötü kadın olmak.
    Kötü yola sapmak: Doğruluktan ayrılıp istenilmeyen ve yanlış işler yapmak.
    Kötüye kullanmak: Yetkisini yasalara aykırı yolda kullanmak. 2) Birinin iyi davranışından istenilmeyen yolda yararlanmak.
    Kukla gibi: mec. Kişiliksiz.
    Kukla gibi oynatmak (birini): 1) Birine her istediğini yaptırmak. 2) Birinin istediğini yapıyor görünerek onu oyalamak.
    Kukumav gibi: Tek başına, kimsesiz.
    Kul köle (veya kul kurban) olmak: Birine tam bir doğruluk ve özveri ile bağlanarak, bütün istediklerini yerine getirmeye hazır olmak.
    Kulak asmak (veya asmamak): Önem vermek (vermemek), dinlemek (dinlememek).
    Kulak kesilmek: Büyük bir dikkatle dinlemek.
    Kulak tutmak: Dinlemek, işitmek istemek.
    Kulağı (veya kulakları) çınlasın: Konuşulan yerde bulunmayan, sevilen biri anladığında söylenir.
    Kulağı duvar olmak: Sağır olmak.
    Kulağı kirişte (olmak): Söylenecek sözü, gelecek haberi bekleyerek (beklemekte).
    Kulağı kirişte (veya tetikte olmak): Söylenecek sözü, gelecek haberi bekleyerek (beklemek).
    Kulağı ters taraftan göstermek: Kolay yolu varken bir işi daha zor ve uzun yollar kullanarak yapmak.
    Kulağına çarpmak: Duyulmak.
    Kulağına küpe olmak (veya etmek): Başa gelen bir durumdan alman dersi hiç unutmamak.
    Kulağını bükmek: Birini uyarmak, dikkatli davranması için uyanda bulunmak.
    Kulakları dolmak: Aynı şeyi dinlemekten usanmak.
    Kulaklarının pasını gidermek: Çoktan beri dinlememişken müzik dinlemek.
    Kulp takmak: Bir kimseyi, bir şeyi kusurlu göstermek için bahane, kusur bulmak.
    Kundak sokmak: mec. Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir davranışta bulunmak.
    Kuru başına kalmak: Hayatında veya yanında kimsesi kalmamak, kimsesiz, yalnız kalmak.
    Kuru gürültüye papuç bırakmamak: Bir durum karşısında telâşsız, korkusuz, dilediğince davranmak.
    Kuru tahtada kalmak: Eşyası elinden gitmek, çıplak evde oturma durumunda kalmak.
    Kurum kurum kurumlanmak (veya kurulmak): Büyüklenmek, böbürlenmek.
    Kuş uçurmamak: Hiçbir şeyin veya kimsenin kaçmasına, geçmesine imkân vermemek
    Kuyruk sallamak: Yaltaklanmak.
    Kuyruğu titremek: argo. Ölmek.
    Kuyruğuna basmak: Birini incitip saldırıda bulunmasına yol açmak, tahrik etmek.
    Kuyruğunu tava sapma çevirmek: Haddini bildirmek, gereken dersi vermek.
    Kuyudan adam çıkarmak: 1) Olumsuz, uygunsuz veya yasal olmayan bir duruma son vererek birini haklarına kavuşturmak. 2) Unutulmaktan kurtarmak.
    Kuyusunu kazmak: Birinin yıkımına çalışmak, kötü duruma düşmesini istemek.
    Kuzu kesilmek: Uysallaşmak, sessizleşmek, sakin bir durum almak.
    Küçük dağları ben yarattım demek: Çok böbürlenmek, kibirlenmek.
    Küçükle küçük, büyükle büyük olmak: Her yaştaki kişilere karşı dostça, arkadaşça davranmak.
    Küçük köyün büyük ağası: Büyüklük taslayanlar için söylenir.
    Kül bağlanmak: mec. Gücünü, etkisini yitirmek.
    Kül kesilmek (yüzü, rengi veya benzi): Heyecandan rengi solmak.
    Kül ufak olmak: Çok küçük parçalara ayrılmak.
    Kül yemek (veya yutmak): argo. Kurnazca yapılan bir oyuna düşmek, aldatılmak.
    Külah giydirmek: Hile ile, oyunla aldatmak.
    Külah peşinde olmak: Yalan ve dolanla bir işin başına geçmeye çalışmak.
    Külah değiştirmek (veya değişmek): "Bozuşmak" anlamıyla ve tehdit olarak kullanılır.
     
    periza bunu beğendi.
  13. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi


    - L -​


    Lâkırdı ağzından dökülmek: İsteksiz konuşmak.
    Lâtife lâtif gerek: Şaka yaparken bile incelikten ayrılmamak gerek anlamında kullanılır.
    Leblebiden nem kapmak: En küçük bir olay veya davranıştan olumsuz etkilenmek.
    Leke getirmek: Yüz kızartacak, onur kıracak durumla karşılaşmak.
    Leş gibi serilmek: Kollarını bacaklarını yayarak kımıldamadan yatmak.
    Leyleği havada görmek: şaka. Çok gezenlere takılmak için söylenir.
    Leyleğin (yuvadan) attığı yavru: Çevresinde gereği kadar ilgi görmeyen kimse.
    Leyleğin ömrü (veya günü) lâklâkla geçer: Boş, anlamsız konuşanların durumunu anlatmak için söylenir.
    Lokması ağzında büyümek: Üzüntü ve iştahsızlık sebebiyle lokmasını yutamamak.
    Lokmasını saymak: Sofrasında yemek yiyen kimsenin ne kadar yediğine dikkat etmek.
     
    periza bunu beğendi.
  14. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - M -​


    Mahal yok: Yeri, gereği yok.
    Mahkemede dayısı olmak (birinin): Yüksek bir makamda koruyucusu, kayırıcısı bulunmak.
    Makara gibi: Ardını arasını kesmeden (konuşma).
    Makaraları koyu vermek (zapt edememek veya salıvermek): tkz. Kendini tutamayarak kahkahayla gülmeye başlamak.
    Makas almak: Yanağı orta parmak ile işaret parmağı arasına alıp sıkıştırmak, makaslamak.
    Makineyi bozmak: şaka. Bağırsakları bozulmak.
    Mal bulmuş mağribi gibi: Büyük bir zenginliğe kavuşmuşçasma büyük sevinç ve coşku ile.
    Mangalda kül bırakmamak: Yapamayacağı işleri yapabilirmiş gibi söylemek.
    Mart içeri; pire dışarı: Tedirgin edici biri gelince gitmeye kalkan kimseler için kullanılır.
    Masal okumak (veya anlatmak): mec. İnandırıcı olmayan, oyalayıcı sözlerle kandırmaya çalışmak.
    Maskesini kaldırmak: Birinin gizli amaçlarını, gerçek kişiliğini ortaya çıkarmak.
    Maşalık etmek: mec. Başkalarının çıkarı, isteği ve amaçları doğrultusunda çalışmak.
    Mavi boncuk dağıtmak: Birçok kişiye birden sevgi göstermek ve söz konusu kişileri, bu sevginin yalnız kendisine verildiğine inandırmak.
    Maymun gözünü açtı: Geçen bir olaydan ders
    alındığını anlatır.
    Mercimeği fırına vermek: tkz. (kadınla erkek) Gizlice aşk ilişkisi kurmak.
    Merdiven dayamak (büyük bir yaş için): Bu yaşa
    basmak veya yaklaşmak.
    Meteliğe kurşun atmak: Hiç parası kalmamak.
    Meydan (bir şey veya kimseye) kalmamak: Fırsat
    bulamamak.
    Meydan almak: esk. Gelişmek, yayılmak, geniş ölçüde olmak.
    Meydanı boş bulmak: Kendisini engelleyecek kimse görmeyerek aşırı davranışlarda bulunmak.
    Mezarını kazmak: Kötülüğünü istemek, kötü duruma düşürmek için uğraşmak.
    Misk yerini belli eder: Değerli kişi nerede olsa varlığını gösterir.
    Mosmor olmak: Kötü duruma düşmek, bozulmak,
    mahcup olmak.
    Muhasebesini yapmak: Bir şeyin olumlu veya olumsuz yönlerini gözden geçirerek bir yargıya varmak.
    Mum gibi: 1) Dosdoğru, dimdik. 2) Uslu, kıpırtısız. 3) Tertemiz düzgün.
    Mum kesilmek: Sessiz, uslu, doğru düzgün durmak. Mum olmak: 1) Hırçınlığı yaramazlığı bırakmak. 2) argo. Razı olmak.
    Muma döndürmek (veya çevirmek): Her sözü dinler duruma getirmek, uslandırmak.
    Mumla aramak: Çok isteyerek ve özenle aramak.
    Mumla aratmak (bir şey başka bir şeyi): Daha kötü olan yeni bir şeyin, bir durumun, bir kimsenin, pek iyi olmayan eskisini aratması.
    Mumya gibi: Çok zayıf ve renksiz kimse.
    Mürekkep yalamak: Öğrenim görmek.
    Mürekkep yalamış: Öğrenim görmüş, kültürlü.
    Mürekkebi kurumadan bozmak: Karar, sözleşme, anlaşmayı yazılmasından çok kısa süre sonra bozmak.
     
    periza bunu beğendi.
  15. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - N -​


    Nabzına girmek: mec. Elindeki imkânları kullanarak birinin hoşnutluğunu kazanmak, birini yola getirmek ve düşüncelerini benimsetmek.
    Nabzına göre şerbet vermek: Birinin hoşuna gidecek, gururunu okşayacak yolda davranmak.
    Nabzını yoklamak (veya nabız yoklamak): Niyetini, düşüncesini, eğilimini anlamaya çalışmak.
    Nalları dikmek (hayvan veya hayvana benzetilen
    kişi):
    argo. Ölmek.
    Namazında niyazında (olmak): Din görevlerini gerektiği gibi yerine getirmek.
    Namusunu temizlemek (bir işin içinden): Kendi saygınlığını yitirmeden çıkmak.
    Namusuna sinek kondurmamak: 1) Kollamak, gözetlemek. 2) Namusuna, onuruna lâf söylettirmemek.
    Ne âlâ memleket: Haksız ve yersiz işlerin hoş görüldüğü, kurallaştığı bir ortam için ters anlatışla "diyecek yok" ne güzel! anlamında kullanılır.
    Ne çiçektir, biliriz: Ne yeteneksiz, niteliksiz olduğunu biliriz.
    Ne oldum delisi olmak: Ummadığı bir duruma ulaşan kimse çok şımarmak.
    Ne yârdan geçer ne serden: Elde etmek istenen şey özveri gerektirir.
    Neler de neler, maydanozlu köfteler (alay yollu):
    Akla gelmedik, şaşılacak şeyler.
    Neye uğradığını bilememek (veya şaşırmak): Ansızın üzücü, sıkıcı, neşeli, güzel veya hoş bir durum karşısında kalmak.
    Nefsine yedirememek: Bir şey yapmayı kendisi için ağır, onur kırıcı bulmak.
    Nefsini köreltmek: Beden isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek, nefsini yatıştırmak.
    Ne altını bırakmak ne üstünü: Bir şeyin ve yerin her tarafını karıştırmak (dolaşmak).
    Ne hesaba gelmek, ne de kantara: Elle tutulur olmamak, tutarlı ve sağlam görünmemek.
    Ne od var ne ocak: Yoksulluk ve perişanlık içinde.
    Ne sakala minnet ne bıyığa: En yakın akrabalarının bile yardımını istemeyerek kendi imkânlarıyla yetinme.
    Ne Şam'ın şekeri ne Arap'ın yüzü: Yaran olsa bile istenmeyen kimseler için söylenir.
    Nerede akşam orada sabah: Bir kimsenin gece kalacak belli bir yeri olmadığını, rastgele bir yerde kalabileceğini anlatır.
     
    periza bunu beğendi.
  16. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - O - ​


    O duvar senin, bu duvar benim: Birinin yalpalayacak kadar sarhoş olduğunu anlatır.
    O kapı (mahalle) senin bu kapı (mahalle) benim: Sürekli gezip dolaşmayı anlatır.
    O taraflı olmamak: İlgi göstermemek, konuyla ilgisi yokmuş gibi davranmak.
    O yolun yolcusu: 1) (toplumun ahlâk anlayışına göre): Kötü bir hayat sürdüren kimse. 2) Ölümle sonuçlanacak bir durumda olan kimse.
    Ocağı sönmek: Aile dağılmak, yok olmak, çoluk çocuk yok olmak.
    Ocağına düşmek: Birine koruması için sığınmak veya yardım etmesi için yalvarmak.
    Ocağını yeşertmek: Aile yuvasını canlandırmak.
    Ok meydanında buhurdan yakmak: Geniş bir yeri yetersiz bir şeyle ısıtmaya çalışmak.
    Ok yaydan (veya yayından) çıkmak: Geri dönülmeyecek bir iş yapmak.
    Okka çekmek: Haciminden umulmayacak kadar ağır gelmek.
    Okka her yerde dört yüz dirhem: Konuşulan bir gerçeğin açıklığını ve tartışma götürmezliğini anlatmak için söylenir.
    Okkanın altına gitmek: Haksız yere ezilmek, bir zarar veya ceza görmek.
    Oldu olacak, kırıldı nacak: hlk. Her şey olup bitti, iş işten geçti.
    Olmuş (veya pişmiş) armut gibi eline düşmek: Emeksiz ve zahmetsizce eline geçmek.
    Oltaya düşmek: mec. Hileyle karşılaşmak, oyun veya düzen içine girmek.
    Olur şey (veya olur... değil): Şaşma anlatır.
    Oluruna bırakmak (veya bağlamak) (bir işi): Sonucu önemsemeyerek, bir işin yapılabildiği,olabildiği kadarıyla yetinmek.
    Oluruyla yetinmek: Elde olanları yeterli bulmak, kanaat etmek.
    Omuz kaldırmak: Bilmez gibi davranmak.
    Omuz silkmek: Aldırmamak, önem vermemek.
    Omuzları çökmek: Bitkin, perişan ve yıkılmış bir durumda olmak.
    On (veya beş) para etmez: Değersiz
    On para on aslanın ağzında: Para kazanmak çok güçleşti.
    On paralık etmek: Birine hakarette bulunmak, birini kötü duruma düşürmek.
    On paraya on takla atar: Küçük çıkar sağlamak için her türlü onur kırıcı işe katlanır.
    On parmağı boğazında olmak: İsteği yapılmazsa sıkıntıya düşme, düşürme anlamında kullanılan bir söz.
    On parmağında on hüner (veya marifet): Elinden her iş gelir, çok becerikli.
    On parmağında on kara: Herkesi lekelemek huyu olanlar için kullanılır.
    Oralı olmamak (veya oralı bile olmamak): Önemsememek, umursamamak, aldırmamak, ilgilenmemek.
    Orası senin, burası benim dolaşmak (veya gezmek): Durmadan gezip dolaşmak.
    Orman taşlamamak: Bir kimsenin düşüncesini dolaylı olarak öğrenmeye çalışmak.
    Ortada bırakmak: Birini çok güç bir durumdayken terk etmek.
    Ortadan sır olmak: Kaybolmak, arkada iz bırakmadan gitmek.
    Ortadan söylemek: Herkesin içinde, belli bir kimseyi amaçlamadan konuşmak.
     
    periza bunu beğendi.
  17. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - Ö - ​


    Öfke topuklarına çıkmak: Çok öfkelenmek.
    Öfkesi burnunda: Çok öfkeli.
    Öfkesi kabarmak: Çok kızmak, sakinleşmişken yeniden öfkelenmek, tekrar sinirlenmek.
    Öfkesini çıkarmak (veya almak) (öfkeli kişi): Haksız yere birine çatmak.
    Ökseye basmak: Dikkatsizlik ederek zarara uğramak veya yanılmak.
    Öksüzler anası, öküzler babası: Yoksul ve kimsesiz olanları gözeten kadın veya erkek.
    Öküz arabası gibi: Çok yavaş.
    Öküz öldü, ortaklık bozuldu (veya bitti): İki ortak veya taraf arasındaki yakınlığın dayandığı sebep yok olunca, bu yakınlık da çözülür.
    Öküzün altında buzağı aramak: Olmayacak sebeplerle suç ve suçlu bulma çabasında olmak.
    Öl dediği yerde ölmek, kal dediği yerde kalmak (birinin): Onun sözünden hiç çıkmamak.
    Ölenle ölünmez: Çok sevilen birinin Ölümünde çok yas tutulmamasım, hayatın sürüp gideceğini anlatır.
    Ölme eşeğim, ölme (yaza yonca bitecek): tkz. Umutsuz bir bekleyişi anlatmak için söylenir.
    Ölmek var, dönmek yok!: "Neye mal olursa olsun bu iş yapılacak; yapılmasından kaçınılmayacak", anlamında kullanılır.
    Ölüp ölüp dirilmek: Çok sıkıntı, acı çekmek veya çok ağır hastalık geçirmek.
    Ölümü öp: Bir konuda karşısındakini ikna etmek için kullanılan kesin yemin sözü.
    Ölüyü güldürmek: Çok güldürmek.
    Ölüm var dirim var: "İnsan her an ölebilir de yaşayabilir de" anlamında önlem almayı öğütler.
    Ölümle burun buruna gelmek: Ölümle sonuçlanabilecek çok büyük bir tehlike ile karşılaşmak.
    Ölümün soluğunu ensesinde duymak: Her an öleceğini beklemek, ölüm korkusu ile dolu olmak.
    Ölümüne susamak (veya ölüme koşmak): Ölümü kendi üzerine çekecek tehlikeli davranışta bulunmak.
    Önüne geleni kapar, ardına geleni teper: Arsız, huysuz, geçimsiz (kimse).
    Önünü ardını düşünmeden: Sonucun ne olacağını hesaplamamak, ilerisin gerisini düşünmemek.
    Önce can sonra canan: İnsanların bencil olduklarım, önce kendilerini, sonra yakınlarını ve sevdiklerini düşündüklerini belirtir.
    Öp babanın elini: tkz. Beklenmedik, elverişsiz bir durum karşısında "şimdi ne olacak?" anlamında kullanılır.
     
    periza bunu beğendi.
  18. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - P -​


    Pabuç bırakmamak (bir şeye): Yılmayıp, yapacağından vazgeçmemek, aldırmamak, korkmamak.
    Pabuç eskitmek (veya parlamak): Bir iş için bir yere çok gidip gelmek, işi takip etmek.
    Pabuç pahalı: 1) Birinin uğraşmaya kalktığı kimsenin, kendisinden güçlü çıkması durumunda söylenir. 2) Herhangi bir durum veya girişilen işin sonunda zararlı çıkma ihtimali bulunduğunu belirtir.
    Pabuçtan aşağı: Aşağılık.
    Pabucu büyüğe okutmak: Akılsızca davrananlar için alaylı bir öğüt olarak kullanılır.
    Pabucuna kum dolmak (veya taş kaçmak): Ortaya çıkan durum karşısında tedirgin olmak.
    Pabucunu eline vermek: Kovmak.
    Pabucunu ters giydirmek: Birini güç bir duruma sokarak telâşla kaçırmak.
    Paçaları (veya kolları) sıvamak: Bir işe girişmek için hazırlanmak.
    Paçalarından akmak: Pislik ve kirin çokluğunu belirtmek için kullanılır.
    Paçasından tutup atmak: Hakaretle kovmak.
    Paçayı kaptırmak: 1) Yakalanmak, ele geçirmek. 2) Karıştığı, ama sonradan ayrılmak istediği bir işten ayrılamamak 3) Dilediği gibi davranamamak.
    Paçayı kurtarmak: Kendini bir dertten, tehlikeden veya zor durumdan kurtarmak.
    Pala sürtmek: Çabalamak, uğraşmak.
    Paldımı aşmak: Başaramayacağı bir işe girişmek.
    Pamuk ipliğiyle bağlamak (bir işi): Etkisi az sürecek bir çare ile geçiştirmek.
    Papaz her gün pilâv yemez: İnsanın önüne her zaman aynı nitelikte elverişli bir imkân çıkmaz.
    Para dökmek: Bir iş için çok para harcamak.
    Para dönmek: Rüşvetle iş yapılmak.
    Para kesmek: mec. Çok para kazanmak.
    Para kırmak: Çok kazanmak.
    Para peşin kırmızı meşin: Her işin karşılığı anında ödenmeli, anlamında bir söz.
    Para saymak: Ödemek.
    Para sızdırmak (veya koparmak): Zorlayarak veya kandırarak birinden para almak.
    Para tutmak: Para biriktirmek.
    Parasıyla rezil olmak: Para vererek yaptırdığı bir şey iyi çıkmamak, parasının karşılığını alamamak.
    Paraya para dememek: 1) Çok kazanır olmak. 2) Elde edilen parayı az bulmak. 3) Bol para harcamak.
    Paraya pul dememek: 1) Para kazancı pek çok olmak. 2) Herhangi bir parayı az bulmak, küçümsemek.
    Parmak atmak: Sorun yaratmak.
    Parmak bozmak (çocuklar arasında): Arkadaşlığı sona erdirmek, küsmek.
    Parmak ısırmak: Büyük şaşkınlık duymak.
    Parmak kadar: Yaşça çok küçük.
    Parmak kaldı: Az kaldı, az kalsın, neredeyse.
    Parmak yalamak: Kendine, hakkı olmaksızın bir çıkar sağlamak. "Bal tutan parmağını yalar demişler."
    Parmağı ağzında kalmak: Şaşakalmak, şaşmak.
    Parmağı olmak (bir işte): Bir işi olumsuz yönde etkilemek, bir işe karışmış olmak.
    Parmağı var: İlgisi var, işe karışmış.
    Parmağına dolamak: Bir konuyu, bir kimseyi ele alıp sürekli uğraşmak, diline dolamak.
    Parmağını bile kıpırdatmamak (veya oynatmamak): Bir iş için hiçbir davranışta bulunmamak.
    Parmağını yaranın üzerine basmak: Asıl derdi veya bir derdin asıl sebebini göstermek.
    Parmağının ucuyla (veya ucunda) çevirmek: Bir işi kolayca ve ustalıkla yapabilmek.
    Pas vermek: argo. Kadın, bakışı ve davranışı ile erkeğe umut ve cesaret vermek.
    Pastırmasını çıkarmak: tkz. Bir kimseyi iyice dövmek, hırpalamak, pestilini çıkarmak.
    Paşa olmak: hlk. Fazlaca içki içmiş olmak.
    Patırtıya papuç bırakmamak: Önemli bir tehlike yaratmayacağını bildiği kışkırtmalara, yıldırmalara aldırmayıp bildiğini yapmak.
    Pay biçmek: Durumu, bir kişi veya bir şeyin durumu ile karşılaştırıp yargıya varmak.
    Pay çıkarmak: Bir olay ve durumdan gereken tecrübeyi kazanmak, tutulacak yolu belirlemek.
    Pazar yerine dönmek (bir yer): Kalabalıklaşmak.
    Pembe görmek: Çok iyimser olmak, her şeyi iyimser bir gözle görmek.
    Pencere açmak: Yeni bir görüş açısı kazandırmak.
    Perde inmek: hlk. Gizlemek, örtmek.
    Peresine getirmek: Tam sırasını, uygun zamanını bulmak, biçimine getirmek.
    Pervane olmak (birine): Büyük bir bağlılıkla yanından ayrılmamak.
    Pestil gibi: Kımıldamayacak kadar güçsüz, bitkin.
    Peşinde dolaşmak (veya gezmek) (birinin): Bir amaçla birisini izlemek.
    Peşinden sürüklemek: Birinin veya birçoklarının arkasından gelmesini sağlamak.
    Peştamal kuşanmak: Bir zanatta ustalık kazanmak.
    Pilâv yiyen kaşığını yanında (veya belinde) taşır: Bir şeyden yararlanmak isteyen kişi, bunun için gereken aracı eli altında bulundurmalıdır.
    Pilâvdan dönenin kaşığı kırılsın: Yararı bir şeyi elde etmek için sonuna kadar uğraşılacağını, direnile-ceğini anlatmak için kullanılır.
    Pire için (veya pireye kızıp) yorgan yakmak: Önemsiz bir durum karşısında kızarak kendisine daha büyük zarar verecek davranışta bulunmak.
    Pireyi deve yapmak: Önemsiz bir olayı büyütmek.
    Pirincin taşını ayıklamak: "Ayıkla pirincin taşım" sözünde geçen bu deyim yapılacak işin zor ve karmaşık olduğunu anlatır.
    Pislik götürmek (bir yeri): O yer, çok pis olmak.
    Pislik parmağından (veya paçalarından) akmak: Çok kirli olmak.
    Pişmiş kelle gibi sırıtmak: Dişlerini göstererek yersiz ve aptalca gülmek.
    Pişmiş tavuğun başına gelmemek: Her türlü zarara,kötülüğe, felâkete uğramak, çok sıkıntı çekmek.
    Plân kurmak: mec. Bir düzen hazırlamak.
    Post elden gitmek: 1) Öldürülmek. 2) Bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda kalmak.
    Post vermek: Canını vermek, ölmek.
    Postu kurtarmak: Öldürülmek tehlikesini atlatmak.
    Postu sermek: Gittiği yerde, saygısızca ve sorumsuzca uzun bir süre kalmak.
    Postundan olmak: Bulunduğu makamı yitirmek.
    Posta koymak (veya atmak): tkz. Birini korkutmak, gözdağı vermek.
    Pot gelmek (iş): Sonu iyi olmamak, ters gelmek.
    Pot kırmak: mec. Yersiz ve karşısındakine dokunacak söz söylemek, gaf yapmak.
    Pösteki saydırmak: İçinden çıkılmaz bir iş yükleyip uğraştırmak.
    Pöstekisini sermek: Birini döverek kımıldayamayacak duruma getirmek, pestilini çıkarmak.
     
    periza bunu beğendi.
  19. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - R -​


    Rafa koymak (veya kaldırmak) (bir işi): Savsaklamak, artık üstünde durmamak, ihmal etmek.
    Rahat batmak: tkz. İyi bir durumdayken bu durumu olmayacak sebepler yüzünden bırakanlar için sitem yollu söylenir.
    Rahat kıçına batmak: tkz. Bulunduğu rahat durumun değerini bilmemek.
    Raydan (veya rayından çıkmak): Düzeni bozulmak, alt üst olmak.
    Rayına girmek (bir iş, bir girişim): Düzene sokulmak, iyi bir duruma getirilmek.
    Rayına oturtmak: Bir işi yoluna, yöntemine koymak, düzgün işler duruma getirmek.
    Renk vermek (veya rengini belli etmek): Duygularını, düşüncelerini veya başka bir durumunu belli etmemek, bir şeyi bildiği hâlde bilmez gibi görünmek.
    Renkten renge girmek: Korkudan ve utançtan yüzünün rengi değişmek, sıkılmak.
    Rezil rüsva olmak (veya rezil kepaze olmak): Toplum içinde ayıplanacak bir duruma düşmek.
    Rol kesmek: mec. Yalan, uydurma söz söylemek veya içten olmayan davranışlarda bulunmak.
    Rolü olmak: Etkisi bulunmak.
    Ruhunda güneş açmak: 1) Rahatlamak, huzura ermek. 2) Sevinmek, neşelenmek, coşmak.
    Ruhunu teslim etmek: Ölmek.
    Rüyalarına girmek: mec. Bir şeyden çok etkilenmek, çok korkmak.
    Rüyasında görememek: Olacağım, gerçekleşeceğini hiç düşünmemek.
    Rüyasında görse hayra yormamak: Hatır ve hayalinden geçirmemek, olacağına inanmamak.
    Rüzgâr gelecek delikleri tıkamak: İstenmeyen bir durum veya gelişmeye karşı her türlü önlemi almak.

     
    periza bunu beğendi.
  20. Pl1

    Pl1 Mary Poppins Site Yetkilisi

    - S - ​


    Saati çalmak: Bir şeyin vakti gelmek.
    Sabaha çıkmamak (hasta): Sabaha kadar yaşaya-mamak, sabahtan önce ölmek.
    Sabahı bulmak (veya etmek): Sabaha kadar uyumamak, sabahlamak.
    Sabun köpüğü gibi sönmek: Gösterişli olmakla birlikte en hafif bir etki ile yok olmak.
    Saç saça baş başa gelmek (veya dövüşmek): (daha çok kadınlar için) Kıyasıya hırpalayarak kapışmak.
    Saç sakal ağartmak: O işte uzun zaman çalışmış, emek vermiş olmak.
    Saçı başı ağarmak: Yaşlanmak.
    Saçı bitmedik yetim: Doğalı çok olmamış yetim.
    Saçı sakalı akar gibi: Üstü başı perişan bir hâlde.
    Saçı topuklarını dövmek: Saçı uzun olmak.
    Saçı uzun aklı kısa: Eskiden kadınları aşağılamakl için kullanılan bir söz.
    Saçına başına bakmadan: İlerlemiş yaşına yakışmayacak biçimde.
    Saçları iki türlü olmak: Yaşı ilerlemiş bulunmak.
    Safrası kabarmak: Açlıktan midesi bulanmak.
    Sağ kolu: Birinin çok güvendiği kimse.
    Sağlı sollu: Her iki yanda olan.
    Sağır sultan bile duydu: Duymayan kalmadı.
    Sağlam ayakkabı değil: Bir kimsenin güvenilmez olduğunu belirtir.
    Sağlam kazığa (veya sağlama) bağlamak: Bir işin sonuçlanmasına engel olacak şeyleri ortadan kaldırmak, işin aksamadan yürümesini sağlayacak önlemleri almak.
    Sakalı değirmende ağartmak: Yaşlandığı hâlde bir
    şey öğrenmemiş olmak.
    Sakalı ele vermek (veya sakalı kaptırmak): Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek.
    Sakalı saydırmak: Saygınlıktan düşmek.
    Sakalım yok ki sözüm dinlensin: "Ancak yaşlı kimselerin söz ve öğütleri dinlenir" anlamında kullanılır.
    Sakalına göre tarak vurmak: Birinin hoşlanacağı biçimde konuşmak ve davranmak.
    Sakalının altına girmek: Biri ile yakınlık kurarak ona düşüncesini aşılamak.
    Saman altından su yürütmek: Hiç belli etmeden iş çevirmek, ortalığı karıştırmak.
    Sana yalan, bana gerçek: Söylediğim şeyi sen bilmiyorsun, ama doğrudur, ben biliyorum.
    Sap derken saman demek: Belirli ve doyurucu bir düşünce ortaya koyamamak.
    Sap yiyip saman sıçmak: kaba. Bir olaya kızıp ateş püskürmek.
    Sarhoşluğa vurmak: Kendini sarhoş gibi göstermek, sarhoş olmuşçasma davranmak.
    Sarı çizmeli Mehmet ağa: Kim olduğu, nerede oturduğu bilinmeyen kimse.
    Sarımsak yemedim ki ağzım koksun: Kötü bir şey yapmadım ki sonucundan korkayım, sorumlu olayım.
    Sayesinde sayeban olmak: İstenilen bir şeyi başkasının aracığıyla elde etmek.
    Sayıp dökmek: Ne var ne yok, hepsini söylemek.
    Saymakla bitmemek: Pek çok olmak.
    Sel götürmek (bir yeri): Çok yağmur yağmak,
    Sel seli götürmek: Çok fazla sel olmak.
    Sele gitmek: Gereksiz yere telef olmak.
    Seli suyu kalmamış (yemek veya meyva için): Suyu kalmamış.
    Sepet kafalı: tkz. Bilgisiz ve boş kafalı olmak.
    Ser verip sır vermemek: Sır vermeyen, dürüst ve güvenilir bir kimse olmak.
    Serilip serpilmek: Rahat bir biçimde yatmak.
    Sermayeyi kediye yüklemek: şaka. Parasını yiyip bitirmek.
    Ses çıkarmamak (veya etmemek): Bir şeyi hoş görerek karşı çıkmamak, itiraz etmemek.
    Ses çıkmamak: Haber gelmemek.
    Sesi ayyuka çıkmak: Çok yüksek sesle bağırmak.
    Sevinci kursağında kalmak: Bir engel sebebiyle sevinemez duruma gelmek.
    Sevinçten uçmak: Çok sevinmek
    Seyirci kalmak: Bir olay karşısında hiçbir tepki göstermeyerek işe karışmak.
    Sıcak bakmak: Anlayışla karşılamak, olumlu değerlendirmek, ilgi duymak.
    Sıçan deliğe sığmamış, bir de kuyruğuna kabak bağlamış: 1) Kendisi sığıntı durumunda iken yanma bir kişi daha almış. 2) Bir işi başaramayacak durumda iken bir işi daha yükleniyor.
    Sıçan deliği bin akçe: Kaçıp saklanacak yer yok.
    Sıçan deliğine paha biçilmez olmak: Güç bir durumda sığınacak bir yer bulmakta güçlük çekmek.
    Sıçan düşse başı yarılır: (evde) Yiyecek, kullanılacak bir şey yok.
    Sıçana dönmek: Üstü başı çok ıslanmak.
    Sıfıra inmek: Bitmek, tükenmek, yok olmak.
    Sıfırdan başlamak: En baştan, hiçbir şeye sahip olmadan bir işe girişmek.
    Sıfırı tüketmek: 1) Gücü kalmamak. 2) Yoksul duruma gelmek, yoksullaşmak. 3) Ölmek.
    Sıkı basmak: Güçlü davranmak, direnmek.
    Sıkı tutmak: Önem vermek.
    Sıkıya almak: 1) Hareketlerini sınırlamak veya önlemler almak. 2) Disiplin altına almak.
    Sırra kadem basmak: Bir kimse ortalıktan yok olmak, ortalıkta görünmemek.
    Sırası düşmek: Uygun zamanı gelmek.
    Sırasına geçmek (adam, insan...): Adam, insan denecek bir değeri yokken nasılsa öyle sayılmak.
    Sırasına getirmek (veya sırasını getirmek): Uygun zamanını, fırsatım bulmak.
    Sırasına göre: Durumun gerektirdiği gibi.
    Sırt çevirmek: 1) (birine) Önem vermemek iyi davranmamak 2) (bir şeye) Önem vermemek, onu kabul etmemek, yapmamak veya sürdürmemek.
    Sırt sırta vermek: İş birliği yapmak.
    Sırtı kaşınıyor: Dayak yemeyi hak edecek davranışta bulunanlar için kullanılır.
    Sırtı yere gelmek: Yenilmek, alt olmak.
    Sırtında (veya arkasında) yumurta küfesi yok ya! (veya olmamak): Eşik düşünceli ve yönünü kolayca değiştiren ve sözünden caymakta sakınca görmeyen kimseler için kullanılır.
    Sırtından (para) kazanmak: Bir kimseden yararlanarak para sağlamak.
    Sırtından atmak: Başından savmak veya birinin, bir şeyin sorumluluğunu, yükünü üzerine almamak.
    Sırtından çıkarmak: O kimseye ödetmek.
    Sırtını dayamak (veya vermek) (birinin): Güçlü birine, bir yere güvenmek.
    Sırtını yere getirmek: Birine üstün gelmek.
    Sıtma görmemiş (ses): Gür ve kaim (ses).
    Silâhaltında bulunmak: Silâhaltında olmak.
    Silkinip sıyrılmak: Kendine gelip kurtulmak.
    Silip süpürmek: Ne var ne yoksa hepsini yemek.
    Soğuk duş etkisi yapmak (ansızın bildirilen tatsız bir haber için): olumsuz bir tepki yaratmak.
    Soğuk ter dökmek (veya soğuk ter basmak): Korku, heyecan anlarında birden terlemek.
    Sokağa (veya sokaklara) düşmek: 1) (kadın) Kötü yola saparak orta malı olmak. 2) (birşey) Çoğalıp değerini yitirmek. 3) Sükûneti, huzuru evin dışında aramak.
    Sokaktan toplamak (bir şeyi): mec. Kolayca sağlamak, masrafsız ve zahmetsiz elde etmek.
    Sol eli beklemek: Yemeğe beklenilen birine, yemeğe başlandığını şaka yollu anlatmak için kullanılır.
    Sol tarafından kalkmak: 1) Aksilik, huysuzluk, terslik edenler için kullanılır. 2) İşleri ters gitmek, iyi gününde olmamak.
    Solda sıfır: Hiçbir değeri ve önemi olmayan, benzerleriyle karşılaştırılınca değersizliği daha iyi anlaşılan.
    Soluk aldırmamak: Ara vermeden çalıştırmak, vakit bırakmamak.
    Soluk almadan (dinlemek, izlemek veya bakmak): Bir davranışın dikkatle ve heyecanla yapıldığını anlatır.
    Soluğu kesmek: Çok heyecan veya korku vermek.
    Soluk soluğa kalmak: Nefes alamayacak duruma gelmek, çok yorulmak.
    Sonunu getirmek (bir işin): O işi başarıp bitirmek.
    Sonradan görme, gâvurdan dönme: Sonradan görme olan bir kimsenin makbul bir adam olmadığını anlatan bir deyim.
    Soyup soğana çevirmek: 1) Hiçbir şey bırakmamacasına soymak. 2) (hırsız) Bir yeri veya bir kişiyi adamakıllı soymak.
    Söz (veya lâf) altında kalmamak: Bir kimsenin kendisine dokunan sözüne gereken cevabı vermek.
    Söz ayağa düşmek: Bir sorun, karışmaları gerekmeyen veya yetkisiz ve sorumsuz kimselerin görüş bildirdikleri duruma gelmek.
    Söz götürmez: Doğruluğu ve gerçekliği tartışılamayacak kadar açık olan, tersi savunulamayan. Söze yatmak: Söz dinlemek. Sözü (veya lâfı) ağzında gevelemek: Söylemek istediğini söyleyememek.
    Sözü ağzına tıkamak: Bir kimsenin konuşmasına fırsat vermeden kendisi konuşmaya başlamak.
    Sözü ağzında bırakmak (veya sözü ağzından almak) (birini): Söylemekte olduğu şeyi bitirtmemek.
    Sözüne gelmek (bir kimsenin): Sonunda birinin söylediğini kabul etmek.
    Sözünün eri olmak: Verdiği sözü ne olursa olsun yerine getiren bir kişi olmak.
    Su dökmek: hlk. Küçük abdest bozmak. ;¦
    Su gibi (olmak): Çok ıslak (olmak). Su gibi akmak: 1) Zaman hızla geçmek. 2) (para, yiyecek vb.) Bol bol gelmek.
    Su gibi terlemek: Çok terlemek. Su götürür yeri olmamak: Başka türlü yorumlanacak bir yönü bulunmamak.
    Su içinde (fiyat için): En azından, kolaylıkla.
    Su içinde kalmak: Çok terlemek, su gibi ıslanmak.
    Su kaçırmak: argo. Baş ağrıtmak, can sıkmak.
    Su kaplamak (yaralar için): Azmak.
    Su serpilmek (birine): Ferahlamak.
    Su yürümek (ağaçlara): İlkbahara doğru ağaçlar tomurcuklanmaya başlamak.
    Su yüzüne çıkmak (bir süre örtülü kalmış bir iş veya sorun): Aydınlanmak, belli olmak.
    Sudan çıkmış balığa dönmek: Herhangi bir sebeple ne yapacağını bilememek, çok şaşırmak.
    Suya düşmek (genellikle bir iş veya tasarı için): Gerçekleşmemek.
    Suya götürmek: Hafice yıkamak.
    Suya götürüp susuz getirir: Çok kurnaz, hileci kimseler için kullanılır.
    Suya salmak: Boşuna harcamak.
    Suyu baştan (veya başından) kesmek: İşin aslı üzerinde kesin bir şey söyleyip ayrıntılarım konuşmaya gerek duymamak.
    Suyu kesilmiş değirmene dönmek: İşlemez, yararsız duruma gelmek.
    Suyu (veya çayı) görmeden paçaları sıvamak: Henüz hiçbir belirti yokken veya gereğinden çok önceden hazırlanmaya kalkışmak.
    Suyu nereden geliyor? (bir şey): Bir işi görmek için harcanan para hangi kaynaktan sağlanıyor?
    Suyu ısınmak (veya kaynamak): tkz. İş başından uzaklaştırılması yaklaşmak veya gelmek.
    Suyu seli kalmamak (sulu yemek): Kaynaya kaynaya suyu azalmak.
    Suyun akıntısına gitmek: Olayların veya durumun gelişmesine göre davranmak, uymak.
    Suyun başı: mec. En çok yarar sağlanacak yer.
    Suyuna gitmek: Suyunca gitmek.
    Suyuna tirit: Baştan savma, değersiz, özensiz.
    Suyunca gitmek: Bir kimseyi sinirlendirmeyecek biçimde davranmak.
    Suyunu çekmek: 1) Yemek kaynayıp suyu kalmamak. 2) tkz. Tükenmek.
    Suyunun suyu (tavşanın): Bir şeyle ancak çok uzaktan uzağa ilgisi olan şey.
    Sululuk yapmak (veya etmek): mec. Sululaşmak.
    Surat asmak: Kaşlarını çatıp yüzüne küskün veya dargın bir anlam vermek, somurtmak.
    Surat etmek: Birine karşı küskün durmak, asık yüzlü olmak.
    Surat kalmamak: Utanmaz duruma gelmek.
    Surat mahkeme duvarı gibi: 1) Asık suratlı, kimseye gülmeyen, suskun duran. 2) Utanmaz, sıkılmaz.
    Surata bak süngüye davran: alay. Çok suratlı kimseler için kullanılır.
    Suratı değişmek: Bir kimseye karşı davranışı değişmek, daha sert bir durum almak.
    Suratı kasap süngeriyle silinmiş: Utanması, sıkılması kalmamış.
    Suratına indirmek: Tokat atmak.
    Suratını ekşitmek: Yüzüne memnun olmadığını belirten bir anlam vermek.











     
    periza bunu beğendi.
Konu Durumu:
Özür dileriz,Bu konu cevaplara kapatılmıştır.

Bu Sayfayı Paylaş